Zanka

O. Selim Kocahanoğlu

Facebook


O. Selim Kocahanoğlu

▪Entelektüel kavramı literatüre 19. yüzyılın sonlarında Emil Zola'nın Dreyfüs davası için yazdığı bir makale ile girmiştir. Fransız aydınlarının bunu destekleyen bildirisine "ENTELEKTÜELLER" bildirisi denmiştir. Bizde entelektüel kavramı daha çok Batı modernizmini savunan Cumhuriyetçi ve sosyalist kökenli aydınlar için kullanılmıştır. Sanırım daha önce Necip Fazıl ve Çetin Altan üzerine yazmıştık. Biraz da sol labirentlerde gezinelim.
Sol kültürün döneklik kavramına bizdeki en uygun örnek, Cumhuriyetin Kemalist aydınlarından Burhan Asaf Belge'dir(1899- 1967). Yazı hayatına 1925'te Aydınlık dergisinde başlayıp Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkasına katılan Burhan Belge, daha sonra eniştesi Yakup Kadri ve Şevket Süreyya ile ile Kadro dergisini kurarak, cumhuriyetçi/ Kemalist devrimleri savunmaya başladılar. Derginin en jakoben ve radikal yazıları eski Aydınlıkçı Burhan Belge tarafından yazılacaktır. 1934'te Kadro kapanınca La Turquie Kemaliste yazarı oarak aynı yolda ilerler...
Hanedan yerine Cumhuriyeti, Osmanlı yerine yeni Türk ulusunu radikal biçimde savunan Burhan Belge, Hakimiyet-i Milliye'de Jön-Türk kuşağının özlediği insan tipini canlandırır:
"... Yeni Ankara kendi hususiyetleriyle teçhiz edeceği insanı, binalarının harcı kurumadan çıkaracaktır. Yeni caddelerinin, yeni meydanlarının, yeni abidelerinin arasında, yakın bir günde, yeni insanın bir mal sahibi emniyetiyle dolaştığını göreceğiz. Bu insan işte medeniyet camiasının içinde yaşayan medeni bir milletin medeni bir şehrinde, şehrin medeni hayatını, yolda mektebe giderken öğreneceği için nefes alırken bile medeni bir insan olacak ve bu insana ANKARALI diyeceklerdir."
Burhan Belge’nin taviz veremeyeceği tek devrim Harf inkılabı olmuştur. Medrese-Modernite paradoksundan kurtulamamış günümüz aydın taslaklarına güzel bir örnektir:
“... İnkılapçı biri yeni ile eski, faydalı ile zararlı, ileri ile geri arasında “serbest rekabet” kaidesini kabul edemez. İkisinin yan yana yaşamasını ve kendi işlerini kendi aralarında halletmelerini tecviz edemez. O, mutlaka işe karışacak ve bu işe karışması yeninin, faydalının, ilerinin lehine ve ötekilerin aleyhine olacaktır. (...) Bizler mektuplarımızda ve kendi aramızda eski yazıyı kullana kullana bu dünyadan göçeceğiz. Fakat ötekiler bu yazıyı tanımıyorlar. Bu yazıyı ne kadar ortadan kaldırırsak, borcumuzu o kadar ödemiş oluruz. Ortalıkta alaturka bırakmayacağız ki, ortalık bizlerin değil, gençliğin olsun. Bütün inkılaplarda bu kural olduğu gibi, herhangi bir inkılabın bütün davalarında da kuraldır....”
Atatürk'ü tarihin en büyük lideri gören Burhan Belge 1945–1950 konjöktüründe zihinsel travmaya yakalanır. Kemalist laikliğin zihinsel ikliminden kıvrak bir dönüş yaşayacaktır. Bunda en büyük etken Hindistan Büyükelçisi yapılmayışıdır. Cebelibereket Mutasarrıfı Baba Asaf Bey’in 1909 yılındaki Divan-ı Harp yargılaması (Bu yargılamada Abdurrahman Dilipak'ın dedesi Bahçe müftüsü idam edildi) belki başka bir etkendir. Bunun üstüne etno-kültürel diaspora hafızası eklenebilir. Burhan Belge artık Necip Fazıl’ın iftar davetlerindedir. Menderes peşinde Demokrat Partinin Demokrat İzmir ve Zafer gazetelerine başyazar olur. Mustafa Kemal'i unutmuş, en coşkulu ve riyakar övgüleri Çakırbeyli çiftliğinin Zeybeği’ne yazmaya başlamıştır. Bu rüzgar gülünü yakından tanıyan Niyazi Berkes, arkadaşı Burhan Belge'ye sormadan edemez:
– Ne oldu sana yahu Burhan!?
Burhan Belge, en ahlaksız en cıfıt cevabını literatüre geçirecek kadar zekidir:
– Niyazi biliyor musun, ben fikir orospusuyum. Bir orospu kim para verirse onunla yatmaz mı? İşte ben onlardan biriyim. Yalnız parasını aldığımız iştedir fark.!
Burhan Belge, Adnan Menderes’in göbek taşında yıkandıktan sonra Muğla'dan mebus seçtirilir. Artık Lenin putundan Menderes putuna sarılmıştır. Medrese öğretisinin en despotik yüzünü demokrasinin erdemi diye savunur. Nazi spikeri gibi Ankara radyosundan Radyo gazetesi konuşmaları yapar. Halk bölünüp Vatan Cephesi diye bir kavram üretilmiştir. Bu konuşmaları kendinin değil Menderes’in dikte ettirdiğini Yassıada duruşmalarında açıklar. Ahlaksızlığın en derin çukurundadır. Yabancı artistlerle seviştiği otelin kirası Menderes'in örtülü ödeneğinden ödenmiştir. Bacanağı Yakup Kadri’nin Saidi Nursi için yazdığı "ortaçağın kara kuvvet cephesi" söylemlerine medrese kavramlarıyla karşı çıkar. Çünkü oy avcılığı için köy köy dolaştırılan ihtiyar Saidi Nursi'nin cephesine geçmiştir.
Bunları yazarken, fikir olgunluğu ve yanlıştan arınma duygusu ile dalkavukluğa yamanma güdüsünü birbirinden ayırıyoruz. Julıen Benda’nın (1867–1956) Fransız aydınları için getirdiği eleştiri bizim için daha geçerli:
“ ...Gerçek aydın, çıkar peşinde koşan, ikbal ve mevki gayretinde olan kişi değildir. Siyasi iktidarın yakını olmak için el etek öpmezler. Zengin sofralarında yemlenmek için şaklabanlık yaparak kralın soytarısı rolüne soyunmazlar. Entellektüel, kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne gönderilme ve çarmıha gerilme riskini göze alan kişidir. Bu yüzden sayıları çok olmaz; gelişleri de belli bir rutine bağlı değildir zaten...”
Bizdeki Marksist/ Sosyalist solun cumhuriyetle kan uyuşmazlığı Kuva-yı Milliye başlarına, Hakkı Behiç ve Arif Oruç’un etno-kültürel sol sofizmine kadar uzanır. Yeşil Ordu ve Yeşil Komünizmin moda olduğu günlerde, Arif Oruç komünist eğilimli Yeni Dünya gazetesini çıkarıyordu(1921), düzenli orduya karşı Ethem’in Kuva-yı Seyyaresini destekliyordu. Akılları sıra “Mustafa Kemal’in kurmay kafasını Yorgi Ethem'e" ezdireceklerdi. Mustafa Kemal Rauf Bey'e Yeni Dünya gazetesi kapattırdı. Hakkı Behiç'in Malta'dan yeni dönmüş Rauf Beye yazdığı mektup bizim için açık delildir. Kısacası Bolşevik solun Mustafa Kemal'e karşı ruhsal ezikliği o günlere uzanır; sistem öngörüleri de hiçbir zaman millici/ulusal çizgide olmamıştır.
ARİF ORUÇ, sonradan kurduğu Türkiye Kurtuluş Partisi proğramında “Devlet reisliği için doğrudan ve kaydı hayat şartıyla hanedandan birinin getirilmesini” isteyerek hanedanı savunmuştur. “Ay Han” takma adıyla, iki ciltlik “Sultan Aziz Nasıl Hal’ edildi, Nasıl İntihar Etti?” isimli bir kitap da yazmıştır (1927). Şehzade Ömer Faruk Efendi ve halife Abdülmecid ile dostluğu köklüydü. Hem Bolşevik solcusu hem saltanat ve hilafet özlemcisi. Arif Oruç “Yarın” dergisiyle yoluna devam etti, 1930 yılında çıkan Kubilay olayında, Kubilay'ın yanında değil onu şehit eden Derviş Mehmet safında yer almıştır....
Osmanlı devlet olmuş ama toplum olamamış, cemaat olmuş ama cemiyet olamamıştır. Medrese öğretisi ve devşirme ruhu, devletin kurucu unsuru olan Osmanlı öz kimliğini, yani Türklük bilincini ezmiştir. Cumhuriyetle ortaya çıkan ulusal bilinç bu bastırmanın tepkisidir. İranlı yazar DARYUSH SAHAYEGAN kendi ülkesindeki İslamileşme olgusuna bakarken, gördüğü zihinsel fenomenlerin “zıvanadan çıkma” hali bizdeki İslamcılar için de geçerli:
“... Yeni bir olgu olan günümüzdeki İslamileşme, bir bakıma bir kültürel kimlik felsefesinin zıvanadan çıktığında varabileceği en uç sınırdır; modernliğin ve ona eşlik eden yıkıcı fikirlerin tersini savunarak toplumsal muhayyilede saklı duran bütün çarpıklıklar güncellenmek istenir...Abuk sabukluğa yakın bir “gerçeküstü” dünya yaratan İslamileşme’nin yaygaracı yüzeyselliği buradan gelir. Kapalı bir sistemi ve Ortaçağ değerleri olan bir dindarlar dünyası günümüzde ancak, kitaplarda, beyin hücrelerinde ve kutsal şehirlerde vardır...Mehdicilik sanki seküler bir tarihsel determinizm haline gelmiştir...”
Milli Mücadele ve 1980 öncesi eski tüfeklerden günümüze gelirsek, Saltanat dinciliği dediğimiz Siyasal İslam, kendi demokrasi ve özgürlük masalına ilk desteği neoliberal liboş tayfasından almıştır. Marksist - liberal solun Faşist - Kemalist-laikler için besledikleri kronik nefret, onları İslamcı entegrizmi desteklemeye itmiştir. İslamcılara demokrasi dersi vererek onları ehlileştirilir bir kitle sandılar. Ülkücü takımla kanlı bıçaklı olmuşlar, ama tarikat kamplarının irtica yeşili ile ölümcül kavga yaşamamışlardı. Komünizmin çöküşü nedeniyle geçirdikleri varoluşsal kriz bağajlarına yeni felsefe ekleme imkanını ortadan kaldırmıştı. “İdeolojilerinin sıfırlanma hırsını” Atatürkçü ve cumhuriyetçi laiklerden çıkarmaya soyundular...
**** İslamcılar bizi Avrupa birliğine sokacak, özgürlükleri geliştirecek, Ortadoğunun yıldızı olacaktık... Bunlar öyle yobaz cinsine benzemiyor, hukuka saygılı, demokrat, özgürlükçü görünüyorlardı. Cumhuriyet despotluğundan intikam almak İslamcılar kadar solun da özlemiydi. Hurma kültürü onları besmelesiz liboş sayar, onlar da bu görgüsüzleri takunyalı, gerici, yobaz diye aşağılardı. Buna rağmen demokrasi adına aynı masaya oturabilir, Medine Vesikasını özgürlük manifestosu sayabilirlerdi. Abant Toplantılarına hoşgörü tebliğleri sunabilir; tarikat ve cemaatlari sivil toplum örgütü sayabilirlerdi. Atatürkçü/Laik faşistlere göre bunlar daha insaflıydı. “YETMEZ AMA EVET” faslından destek çıkabilirlerdi:
***“ ... Yıllardır inançları hor gördünüz, onların başörtüsüyle uğraştınız, tepeden bakıp küçümsediniz...Bakınız ekonomi ne güzel düzeltiliyor, Avrupa Birliğine giriyoruz. Kemalizmin faşist-jakoben laikliğinden kurtuluyoruz, çoğulcu ve özgür toplum oluyoruz, askeri vesayet yerine demokrasi geliyor. İslamcı hassasiyete artık saygı göstermeliyiz..”
Bu söylemler sosyalist-liberal solun İslamcı entegrizme entelektüel kefaletiydi. Sol kültür kır gerillasıyla halka yaklaşır İslamcılar tekke-tarikatlarda buluşurdu. İslamcı takımın referansları ne kadar çağ dışı olursa olsun, masanın altına süpürülebilir; İslamcılar da bunlar sayesinde ceberrut laisizmden kurtulurlardı...
▪İslamcılar nasıl Kur’an’ı hıfzetmişse bunlar da DAS KAPİTAL'i ezberlemiştir. En bilgeleri eski tüfek Burhan Belge'nin oğlu MURAT BELGE olmuştu. Ömrünü verdiği “Marksizmin ideoloji değil tamamen safsata olduğunu” altmışına gelince anlamıştı. Babası dönek olsa da kendisi ahlaklıydı. Militarist Modernleşme kitabında Osmanlı tarihi üzerine ürettiği fahiş maddi hatalardan habersiz yeni yorumlara girişmiş, dostları nezdinde filozof payesi alabilmiştir...
▪ Sol kültürün şiir-edebiyat ve zihin topoğrafyasını iyi bilen ÖZDEMİR İNCE, aydın dönekliğinin arkaplanını iyi okuyabilirdi:
"... Bunlara değişik zamanlarda değişik adlar taktım: Ana rahmine haklı düşenler, Yeni Osmanlılar, yeni mürteciler, müflis entelektüeller. Ortak özellikleri, başarısız ve dönek olmalarıdır. Bazıları tabela profesörüdür. Gazeteci olanlar bir zamanlar devrimci idiler. Kendilerini Marx, Engels, Lenin gibi sanıyorlardı, devrim yapıp ülke yönetecek, iktidara gelip parayla oynayacak, güzel kadınlarla yatacaklardı. Kof egolarından başka sermayeleri yoktu. Yenildiler, dayak yemiş köpekler gibi kuyruklarını kıstırıp, galiplerin hizmetine girdiler. Önceki asıl işlerinde başarısızlığa, bozguna uğradılar. Gazete ve TV patronlarına, iktidar sahiplerine hizmet sundular. Aynı yerde otladıkları için ota para vermezler, birbirlerini keseleyip tellağa para vermezler. Şimdilerde post-modernizme sığınıp yenilgilerini fatura edecek adresleri buldular.1923-1950 Cumhuriyeti, Kemalizm, cumhuriyet devrimleri, ulusal devlet… Kendileri gibi "vesikalı" olmayan cumhuriyetçilere, İdris Küçükömer gibi solu sağda, sağı solda arayanlara "dinazor" demeye başladılar...”
▪ Habermas’ın psikolojik analizleri ve “özcülük”tezlerine bakılırsa Marksist solun hücrelerine işlemiş Atatürk nefretinin, hem kronik hem tarihsel derinliği vardır. Halbuki kurucu kadronun ideolojik yaklaşımı hep milliyetçi karakterde olmuş, Sovyetçi - sosyalizmin sınıfsal devrimine bilinçli olarak uzak durmuştur. Cumhuriyetin Bolşevik kültürüne en yakın noktası sadece "halkçılık ilkesi " olmuştur.
▪Solcu liboşlarla saltanat dincileri arasındaki onüç yıllık işbirliği ve kefalet döneminin, en kullanışlıları şunlardı: Hasan Cemal, Cengiz Çandar (MDD), Ali Bayramoğlu, Atilla Yayla (sanki liberal), Mümtazer Türköne (militan İslamcı), Bülent Kahraman (sağlam entel), Eser Karakaş, Altan kardeşler (numaralı cumhuriyetçi), Fehmi Koru (suyun ötesi cemaatçi), Murat Belge, Halil Berktay, Fuat Keyman, Soli Özel, Ahmet İnsel...
Bunların en gafili Boğaziçili NURAY MERT'tir. Erken yaşlarda solculuğa gönül vermiş, PİLİÇ zamanlarında Hurma kültüründe köşe bucak gezdirilmiştir. Vicdanının yüz akı solculuk olduğu için, İslam dünyasının ilk laik cumhuriyetinde, ilk defa gerçekleşen türban karşı devrimini gönülden alkışlamış; şirin ve pastoral yüzüyle mazlumlara gösterilen zulüm ve baskıya direnip, karşı devrimin öncüsü olmuştur:
- “ Bu ülkenin dindarlarına zulmedildi, hakir görüldü, başörtülü kızlarımız artık başı dik geziyor. İşte bu demokrasinin zaferi..”
Nuray Mert başörtüsü dışında, karşı-devrimin tüm özgürlüklerini de savundu: Harf devrimi ve Hilafetin kaldırılması zorla dayatılmıştı... Arap harflerine dönülebilir, hukuk Şeriat normlarına uydurulabilir; hatta sanatın içine bile tükürülebilir. Okuyup üfleme özgürlüğü, kırmızı Fes beyaz püskül özgürlüğü, “koca bulmak için kadınların göğsüne ayet yazma” özgürlüğü, 9 yaşındaki kızlara nikah kıyma özgürlüğü, falcılık üzerinden Lozan'ı anlama özgürlüğü...
Dahası var; Modern Clozetlerde taharetlenmek için cebinde taş bulundurma özgürlüğü... Erkek cinlerle mukatele, dişileriyle evlenme özgürlüğü... Zaruret halinde yumuşak beze dokunur gibi tokalaşma özgürlüğü.. Göz ve ses zinasından kaçınma özgürlüğü... Kürsüde çarşafla adalet dağıtma, vapur ve tramvaylarda ayrı oturma özgürlüğü...Hırsızlık ve yolsuzluğun cezasını ahirete bırakıp serbestçe günah işleme özgürlüğü. Ayasofya’yı ibadete açma, Taksim’e Cami yaptırma özgürlüğü... Tüm altı kaval üstü şişhane özgürlükleri...
Bizim solcular işte bunları savunabilmiştir. Kültürel şizofreninin zıvanadan çıkma halini gösteren bu özgürlüklerle “kirli hesapların ve hastalıklı tahayyülerin” demokrasi olmadığını zor görebildiler. “Maskeli balo ve sahte demokrasi” oyunu bitmiş; atı alan Üsküdar'ı geçmişti. Ancak NURAY MERT'in diğer liboşlardan bir farkı vardı, “KULLANIŞLI APTALLIK" sendromundan çabuk çıktı. Kendine gelerek “kandırıldık ama iyi kandık” diye özür diledi. Meğer gördüğü mağduriyetler mezhepçi/ İslamcı kafaların pespaye bir intikam duygusu imiş?! (BRAVO). İslamcıların kültürleri de tarih bilgileri de bunları tartışmaya yetmezmiş?!. Kültür ve medeniyet dedikleri şey yozlaşmış kasaba zevkinden ileri geçmeyen kabalıklardan ibaretmiş! (Günaydın!).
Cumhuriyet ve Laiklik takıntılı tüm liboşlar şimdi mevzilerine çekilerek Julıen Benda’nın “ihanet defterine” girdiler... Anglikan kilisesi Katolik kilisesi, Protestan kilisesi, 100. doğum yıldönümünde Galile'den özür dilediği halde, bizim ne İslamcılar ne eski tüfeklerimiz Atatürk'ten özür dileyemez. Çünkü ikisi de ümmet-i büleha soyundan....



Bu içeriğe emoji ile tepki ver
2