Zanka

Herbert George Wells’in “Zaman Makinesi” isimli yüz sayfalık romanını okuduktan sonra, edebiyattaki yaratıcı zekânın her tür zekâdan üstün olduğu fikrine vardım. Bilimin, teknolojinin, felsefenin hatta kimi sanat dallarının önünü edebiyatın yaratıcı zekâsı açıyor.

1895 yılında çıkmış romanı okurken aklınıza izafiyet teorisi, paralel evren, kuantum fiziği ve pek çok şey daha geliyor. Hiç kuşkusuz bu kitap bilime dayalı kurgunun öncülerinden çünkü yazar karakterleri vasıtasıyla kitabın başında dördüncü boyut olarak uzun uzun zamandan ve zamanda yolculuk edilip edilemeyeceğinden bahsediyor. Kısa yoldan bir makine yaptım, düğmeye basınca beni geleceğe ya da geçmişe götürüyor, makineyi ve içinde bulunduğumuz zamanın gerçekleşmekte olan tek zaman olmadığını öylece kabul edin, demiyor. Aksine zaman kavramını, uzayı, maddenin boyutunu o dönemin, 1895 yılının şartlarının da üzerinde bir bilgi ve öngörüyle masaya yatırıp ilk başta okurun hikâyeyi benimsemesini sağlıyor.

Bilimkurgu söz konusu olsa bile hiçbir yazar yaşadığı dönemden kopamaz, o dönemin şartları, zorlukları, avantajları, toplumsal yapısı ve insan yaşamının ne yönde ilerlediği ile ilgili ipuçları verir. Wells de bunu yapıyor, göz kamaştıran hikâyesi vasıtasıyla 1800’lü yılların baş döndüren değişimi; teknolojideki ilerlemeleri, yeni buluşları en önemlisi Sanayi Devrimi’nin insan yaşamını ne denli dönüştürdüğü ile ilgili bilgi veriyor.

Sanayi Devrimi’yle birlikte toplumu ikiye ayıran sosyal yapıyı eleştiriyor. Bodrum katlarında yaşayan işçi sınıfı, neredeyse gün ışığı görmeden son derece güç koşullarda insanlık dışı bir yaşam süren işçi sınıfı ile aristokratların, zengin ve seçkin sınıfın sürdüğü yaşamı keskin hatlarıyla ayırıp kurguladığı distopya ile göze sokuyor.

Hikâyede Zaman Gezgini zaman makinesiyle geleceğe, sekiz binli yıllara yolculuk ediyor. Ve bu zamanda tıpkı 1800’lü yıllarda olduğu gibi görünürde hiçbir iş yapmayan zenginler ve görünürde çalışan sömürülen işçi kesimini yer üstünde yaşayan ve yer altında yaşayanlar olarak sınıflandırıyor. Görünürde diyorum çünkü işin aslı çok daha farklı. H.G Wells distopik kurgusunu oluştururken çağdaşı Herbert Spencer’ın, evrimi biyoloji ile sınırlamayıp bunu topluma da uyarlayan teorisinden faydalanıyor. Her iki dünya, yer üstü ve yer altında yaşayanlar bu evrimle geçmişte ne olduklarını, neye hizmet ettiklerini unutup kollektif bir zihinle hareket ediyorlar. Wells sekiz binli yıllardaki avcıyı ava, avı avcıya dönüştürerek içinde yaşadığı dönemdeki çarpık düzenden adeta intikam alıyor.

Roman öylesine sürükleyici ki bir günde okuyup bitirdim. Söz dizimi, karakterler, mekân ve tasvirler bu türe, bilimkurguya gayet uygun hatta üst düzey bir anlatım mevcut.

Herbert George Wells bugün sinema ve televizyonlarda izlenme rekorları kıran bilimkurgunun en değerli yaratıcılarından biri. Her ne kadar yaratıcı zekânın üstünlüğünü savunsam da kitabı okuduktan sonra bilim, teknoloji, tıp, sanat ve edebiyattaki daha doğrusu her alandaki gelişmenin birbiriyle etkileşime geçerek birbirini beslediğini düşünüyorum. Toplumun tek yönlü değişim ve gelişimi hiçbir işe yaramadığı gibi bireyi makineleştirmiyor, derisi kanı olan robotlara dönüştürmüyor da ne yapıyor.

Kitabı İngilizce aslından Celâl Üstün çevirmiş. Vasat hatta bozuk cümleler ve imlâ yanlışlarıyla dolu bir çeviri. Son dört-beş sayfada çevirmen yorulmuş olmalı ki bariz hatalar göz tırmalıyor. Bahse konu İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkmış kitap, dünya için böyle eserler veremiyoruz, hiç değilse iyi çevrilmiş olanlarını okuyabilsek dedirtiyor.

                                              



Bu içeriğe emoji ile tepki ver
13