Kader konusu, geçmişten günümüze müslümanları bir hayli oyalamıştır.
Rasülüllah ve sahabe döneminde de gündemde olan bu konu, daha sonra müslümanların hayatında yer almış, bilir bilmez herkes konuyu ağzına sakız yapmıştır. Öyle ki, imanın şartları diye ilkeler ortaya konmuş ve kadere inanmanın da imanın altıncı şartı olduğu kabullendirilmiştir. Şimdide millet, “Amentü billahi ve melâiketihi, ….. ve bilkaderi hayrihi şerrihi minellahi velbe’asü …..” diye okur durur.
Konu edilen kader nedir?
Bu kader, “alın yazısı” olarak Türkçeleşmiştir ve anlamı; “Cenab-ı Hakk’ın, kâinatta olmuş ve olacak her şeyi, bütün vasıflarıyla, bütün halleriyle daha onu yaratmadan önce, levh-i mahfuz denilen kader levhasında yazmış olmasıdır.” diye açıklanmıştır. Ki kul da bu defterde ne yazılı ise onu yapar, başına o yazılı olanlar gelir. Kötü işler işlemiş kullar kaderlerinin kurbanıdırlar. Başa gelen her kötü şey, kaderde yazılı olduğu için gelmiştir. İyi durumlar da yine kaderde yazılı olduğu için gerçekleşmiştir.
Tarih incelenirse bu cebrî kader anlayışının, yönetimlerini meşrulaştırmak amacıyla Emevîlerin “Cebr” düşüncesinden yararlanmaya çalışmaları sonucu ortaya çıktığı anlaşılır. Bu anlayışla toplum uyutulmuş, kendi geleceklerini kurmaktan vazgeçirilmiş ve zalim ceberutlara boyun eğdirilmiştir.
Bu anlayışa çok vahim bir olayı örnek veriyoruz:
– Peygamberimiz rüyasında Emevileri kendi minberi üzerinde görmüş. [Bu rüya, Emevî hanedanlığının İslâm devletini idare ettiği anlamına geliyormuş.] Peygamberimiz bu ailenin iktidara gelmesine çok üzülmüş. Allah da “Üzülme Muhammed, ben sana Kevser verdim, bin aydan daha hayırlı Kadir gecesi verdim” demek suretiyle peygamberimizi gönüllemiş. Yani buradaki bin ay Emevilerin iktidar süreleri imiş.
Bu safsataya peygamberimizin torunu Hasan’ın da adı karıştırılmıştır. Güya Muaviye’ye biat etmesi nedeniyle, birisi Hasan’a, “Ey inananların yüz karası, şu adama nasıl biat ettin?” diye sitem etmiş. Hasan da peygamberimize ait olduğu iddia edilen yukarıdaki rüyayı nakletmiş. Hasan bununla şunu demek istemiş: “Emevilerin iktidarı mukadderdir [ezelde Allah tarafından kader olarak yazılmıştır]. Bunu Peygamberimiz de görmüştü, öğrenmişti, biliyordu. Bizim de bu olaydan haberimiz vardı. Onun için ne yapsak faydasızdı. Biat etmek zorundaydım. Ama hiç önemi yok, bizim Kadir gecemiz Emevilerin bin aylık saltanatlarından daha hayırlıdır.”[1]
Yorum okurlarımıza bırakılmıştır.
Yaşadığı olumsuzlukları, pısırıkları, zilleti, meskeneti kader diye yorumlayıp, azmi, gayreti, direnci bırakan nice müslümanların varlığı herkes tarafından görülebilmektedir.
Geçmişte bu konular üzerinde bir hayli fikir yürütülmüş, Cebriye, Kaderiyye vs. gibi mezheplerde ortaya çıkmıştır. Bu konu Mu’tezile, Maturidiye ve Eşariyye gibi mezheplerde de önemli yer tutmaktadır. Kısaca bir delinin kuyuya attığı taşı binlerce akıllı insan çıkaracağız diye hala uğraşmaktadır.
Kader konusunu izah edebilmek için Allah’a ait levhı mahfuz, levhı mahfı isbat (yaz-boz tahtası) icat edilmiştir. Bu anlayışta Allah’a yalan atma, iftira etme, ne yaptığını bilmezlik isnat etme söz konusu olmaz. Bu hezeyanların çoğu da maalesef Rasülüllah’a fatura edilmiştir. Örneğin; meşhur Cibril hadisi. Bu saçma rivayet delil sayılarak “Kaza ve Kadere İman, “İman Esasları” arasında altıncı esas kabul edilmiştir.
Müslümanlar arasında ve Kelâm ilmi literatüründe bu terim, genellikle “Kaza ve Kader” şeklinde geçer.
Kader ne demektir?
“K, D, R” kökünden Araplar “kudret” eksenli birçok sözcük türetmişlerdir. Bunlar, “kudret, ölçmek, deve kesmek, çömlekte et pişirmek” gibi anlamlardır. (Lisan ve Tac)
Kur’an’da geçen sözcükler genellikle “kudret” ve “ölçü/ ölçmek” anlamlarındadır. Bu sözcüklerden türemiş, Allah’ın iki tane ismi/ sıfatı vardır: “el Kadîr” ve “el Kâdir”. Allah’ın bu isimleri, hem çok güçlü hem de çok ölçülü davranan anlamlarını ifade ederler.
Kur’an’da “kader” sözcüğü
“K,d,r” harflerinden türeyen “kadr, kader” formları isim olarak kullanılıp anlamı “ölçü, miktar” demektir. Kur’an’da şu ayetlerde yer alır: Talak/ 3, Enam/ 61, Hac/ 74, Zümer/ 67, Ahzab/ 38, Bakara/ 236, Ra’d/ 17, Hıcr/ 21, Ta Ha/ 40, Müminun/ 18, Şûra/ 27, Zuhruf/ 11, Kamer/ 49, Mürselat/ 22.
Kur’an’a göre Allah insanları yaratmış, onlara kitap ve elçi göndererek, akıl fikir vererek doğru yolu göstermiş ve inanç ve amel konusunda özgür bırakmıştır. Kimse robot değildir. Kimseye zorla bir şey yaptırılmamaktadır. Mesela, insan, elini kaldırmak istediğinde kaldırır, yürümek isteyince yürür… Hayra gitmek isteyen hayra, şerre gitmek isteyen de oraya gider. Ne hayra gidenin ayakları “Ben oraya gitmek istemiyorum!” der, ne de şerre gidenin…
Konuyu tam kavramak için insanın fillerinin çeşitlerini dikkate almak gerekir.
İnsanın fiilleri ikiye ayrılır:
a) Kendi isteği dışında yaptığı fiiller:
İnsanın elinde olmadan meydana gelen hareketlerdir. İnsanın kalbinin atması, düşünmesi, açlık hissetmesi, vücudundaki kanın dolaşımı, saçlarının uzaması v.s. gibi işler böyledir. İnsanlar bunlardan ne sevap kazanır, ne de günaha girerler. Dolayısıyla insan bu tür fiillerinden sorumlu değildir.
b) Kendi isteği ile yaptığı fiiller:
İnsanın yapıp yapmaması kendine kalmış fiillerdir. Burada insanın nasıl bir harekette bulunacağını seçme şansı vardır. Bu amelleri insan planlar ve yapar. İyi amellerde bulunursa sevap kazanır; kötü amellerde bulunursa günah kazanır.
Bakara/ 256
256.Dinde zorlamak/ tiksindirmek yoktur; iman, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten; iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûta küfreder; onu tanımaz Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
Bu âyette, dinde zorlamanın/ tiksindirmenin olmadığı ve olmaması gerektiği gerekçeleriyle açıklanmaktadır.
Allah, insanlara irâde ve seçme hakkı tanımıştır. İnanç bir gönül işi olduğundan insanların kalplerine nüfuz etmek ve beyinlerini kontrol etmek mümkün değildir. İnanç konusunda insanları zorlamanın, ikiyüzlü kimseler üretmekten başka bir işe yaramadığı tecrübeyle sâbittir. İnsan yaptıklarına göre ya mükâfat ya da ceza görecektir. Elbette böyle bir mükâfat ve cezalandırmanın olması için de insanın hareketlerinde hür olması gerekir. Aksi bir durum adalet ilkesiyle bağdaşmaz. Ayrıca cebr/ zorlama ve baskı, imtihan esprisine de aykırıdır.
O nedenle Yüce Allah insanları bu konuda özgür bırakmıştır. Bu konudaki onlarca âyetten bir kaçını nakletmekle yetiniyoruz:
29.Ve de ki: “O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin / inanmasın.” Şüphesiz Biz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O, ne kötü bir içecektir! Dayanma/ sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür!
(Kehf/ 29)
40.Şüphesiz alâmetlerimiz/ göstergelerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyâmet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız şeyleri en iyi görendir.
(Fussilet/ 40)
2,3.Şüphesiz Biz, insanı karışık bir nutfeden oluşturduk. Onu yıpratacağız/ yükümlülükler vereceğiz. Bu nedenle onu çok iyi işitici, çok iyi görücü yaptık; iyiyi kötüyü ayıracak bilgileri yollayarak bilgilendirdik. Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik, ister kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen biri olsun, ister nankör.
(İnsan/ 2-3)
Benzer âyetler: Bakara/ 220; En‘âm/ 35; 104-107, 149; Ra‘d/31; Şu‘arâ/ 3-4; Hûd/ 15, 28; Kâfirûn/ 6; Yûnus/ 99, 108; Teğâbün/ 2; Zümer/ 7, 15; Nahl/ 9, 36, 93, 99; Secde/ 13; Mâide/ 48; İsrâ/ 15, 18; Şûrâ/ 20, 48; Ğâşiye/ 21-22; Nisâ/ 80; Beled/ 10.
Görüldüğü gibi insan, Cenab-ı Hak tarafından hayır veya şer yollarından herhangi birine gitmesi için zorlanmamış, kendisine iki yol gösterilmiş ve istediği yola gitmek hususunda da serbest bırakılmıştır. Zaten her insan hareketlerinde serbest olduğunu vicdanen bilir. Hiç bir baskı ve tesir altında kalmadan istediğini yapabildiğine bizzat kendisi şahittir.
Böyle olunca, helal yolda kullanılması sıkı sıkıya tembih edilen ve kendisine emanet olarak verilen vücut nimetini haramda kullanan kimsenin hiçbir mazereti yoktur. Kendi iradesini kötüye kullandığı için mesuliyetten kurtulamaz.
Kimse kaderinin mahkûmu ve mağduru olmadığı gibi kaderinin güldürdüğü; mutlu, başarılı kıldırdığı da değildir. Artı, eksi herkesin durumu irade (istek, planlama), ihtiyar (seçim) ve kesbinin (eyleminin) sonucudur. Örneğin hapiste yatan hırsız, katil, fuhuş işlemiş biri kaderinin mahkûmu değildir. Yani bunların kaderine Allah, bu suçları işleyeceklerini yazmamıştır. Yine başarılı, sağlıklı, varlıklı mutlu birisi de kaderine Allah bunları yazdı diye bu konumda değillerdir. Bu kişilerin durumu da ihtiyarlarının, iradelerinin ve çalışmalarının bir sonucudur.
Hem kulların işlerinde cebr olsaydı, Allah’ın peygamber yollamasının, kitap indirmesinin, iyiyi-kötüyü bildirmesinin, bir takım emirler, yasaklar koymasının ve tevbeye davet etmesinin bir anlamı olmazdı.
Allah’ın takdiri (Allah’ın ölçülendirmesi)
Kur’ân-ı Kerim’de “kader” kelimesi, iman esasları içinde sayılan yukarıda açıkladığımız anlamıyla kullanılmamaktadır. Kur’an, bu kelimeyi, evrenin Allah tarafından belirlenmiş kurallar ve ölçüler içerisinde yarattığı; rastgele ve tesadüfî bir şekilde yaratılmadığı anlamında kullanmaktadır.
Kur’an’da birçok ayette Allah’ın takdirinden, yaratışından, müseahhar kılışından, kazasından, … kılmasından bahsedilmektedir. Ki işte bu, Allah’ın, varlıklar üzerindeki ayarlamasıdır. Burada varlıkların dahli; hiç irade ve etkisi yoktur, işte kader budur.
Doğum, ölüm, erlik, dişilik, etnik durum, evrenin altı günde yaratılışı, her canlının sudan yaratılışı, her varlığı süreli, sonlu yaratması, varlıkların madde ve enerjiden yaratılışı, şekilleri suretleri, evreni insanın kontrolüne verişi, insanın anatomik ve fizyolojik özellikleri, sistemleri, suyun akışkanlığı, ateşin yakması …. Ay’ın, Güneş’in yörüngesi, dünyanın konumu ve dönmesinin ölçüsü, hayvanatın geliştirilmemesi, ecel takdiri, doğum, ölüm zamanı, ana-baba tespiti, beyazlık zencilik vs.
Allah, kendi yaptıklarından ve varlıkların iradeleri dışında gerçekleştirdiklerinden varlıkları sorumlu tutmaz. Kimse zenciliğinden, cinsiyetinden, renginden, dilinden ve başkalarının yaptıklarından hesaba çekilmez.
Bu anlamıyla “kader”; Allah’ın takdiri, birçok ayette yer alır:
Fussılet/ 10, A’la/ 3, Rad/ 2, 26, Vakıa/ 60, Ya- Sin/ 39, Neml/ 57, Hıcr/ 60, Yunus/ 5, Furkan/ 3, Abese/ 19, İnsan/ 26, Müzzemmil/ 20, Sebe/ 11, İbrahim/ 22, 33, Nahl/ 13, 14, Hac/ 36, 61, Lokman/ 20, 29, Fatır/ 13, Zümer/ 5, Zuhruf/ 13, Casiye/ 12, 13, Enbiya/ 79, Sâd/ 13, 36.
Allah’ın insanları olgunlaştırması için yaptığı müdahaleler
Burada bir başka nokta daha dikkati çekmektedir. Rabbimiz insanları, olgunlaştırmak, saflaştırmak için bir takım, bela, musibet (doğal afetler, başkalarının tecavüzü; trafik kazası vs gibi şeyler) ile fitnelendirmekte, belalandırmaktadır. (Fitne ve Bela yazılarımızdan ayrıntılı olarak okunabilir) Bu musibetler, insanların eğitim-öğretim sürecindeki dersler ve uygulamalar gibidir. Dersler ve uygulamalar nasıl ki öğrencinin yararına olan şeyler ise insanın başına gelen bela ve musibetler de insanın yararına olan şeylerdir. İnsan belalarla, fitnelerle altın örneği saflaşıp değerli bir konuma gelirken Allah da ona sabrının karşılığını bolca ikram etmektedir.
Bakara/ 155-157:
155,156.Ve de kesinlikle Biz, korkudan, açlıktan bir şeylerle ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile sizi zayıf düşüreceğiz/ imtihan edeceğiz. Kendilerine bir musibet geldiği zaman, “Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve yalnız O’na döneceğiz” diyen şu sabredenlere de müjdele!
157.İşte onlar; Rablerinden, birtakım destekler ve rahmet kendilerinedir. İşte onlar, kılavuzlandıkları doğru yolu bulanların da ta kendisidir.
Bu âyet gurubunda insanların, özellikle de mü’minlerin “korku, açlık, mal, can ve üründen eksiltme” ile sınanacakları bildirilmekte ve sabretmeleri istenmekte, sabrın karşılığının nasıl olacağı da, Rabb’lerinden, birtakım destekler ve rahmet kendilerinedir. İşte onlar, hidâyete erenlerin de ta kendisidir ifadeleriyle beyân edilmektedir.
Âyette bahsedilen korkuyu, “düşman ve savaş korkusu”; açlığı,“kâfirlerle mücadele ederken sıkıntıya düşmek, kıtlık, kuraklık gibi nedenlerle ürünsüz kalmak”; mallardan eksiltmeyi, “zekât, sadaka, infak, yangın, deprem, hırsızlık, gasp gibi şeylerle eksiltmek”;canlardan eksiltmeyi, “ölmek, öldürmek, vücudun fonksiyonlarını ve organlarını yitirmesi, körlük, sağırlık, kısırlık, topallık, menapoz, antrapoz vs.”; ürünlerden eksiltmeyi, “meyve ve ürünlerin verimsizliği, ticarî zarar etme…” olarak anlamak mümkündür.
Allah’ın ölçülendirmesi ile ilgili iki örnek verelim
Kamer/ 49. Ayet:
49.Şüphesiz ki, Biz her şeyi; evet her şeyi bir ölçü, ayar ile oluşturduk.
(Seyyid Kutub’un Kamer/49. âyet hakkındaki düşünceleri bu yazımızın sonunda ek olarak verilmiştir.)
Zuhruf/11:
11.Ve O Allah ki, suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz, böyle çıkarılacaksınız.
(Zuhruf/ 11 ile ilgili yazımızın sonunda Kur’an araştırmaları gurubunun güzel bir açıklaması bulunmaktadır.)
Bu ayetler, her şeyin Allah tarafından takdir edilmiş bir kader [ölçü] çerçevesinde meydana geldiğini bildirmektedir. Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığına göre evrendeki hiçbir şey boşuna, amaçsız, plânsız, rastgele meydana gelmemiş, her şey belirli bir amaca yönelik olarak önceden yapılmış bir plân dâhilinde yaratılmıştır.
Kulların özgürce işledikleri işlerinin Allah’a nisbeti
Meşîet
“مشيئة Meşîet”, Türkçeye de aynen Arapçadaki anlamıyla geçmiş olan bir sözcüktür. Sözlük anlamı “Bir şey üzerinde karar vererek onu yapmaya azmetmek” olup “إرادة irade” sözcüğü ile eş anlamlıdır. Sadece kullanım alanlarında ince bir fark vardır; İrâde uzun zamanda istemek, dilemek; planlamak için kullanılırken meşîet vücuda getirme anındaki isteği ifade eder. Bu durumda nasıl “İrade” Allah’ın sıfatlarından biri ise, “Meşîet” de Allah’ın ilim ve kudret sıfatlarından başka ayrı bir sıfatıdır. Ancak dinî gelenekte Allah’ın bu sıfatı belirtilirken “Meşiet” değil de daha çok “İrade” kullanılmış ve kullanılmaktadır.
İrade sahibi bir varlığın, elindeki seçeneklerden birini tercih etmesi, elindeki seçeneklerden biri üzerinde karar vermesi demek olan irade/ meşîet sıfatı, Allah için şöyle ifade edilebilir: “Meşîet, Allah’ın olabilecek veya olmayabilecek her şeyi, dilediği zamanda ve dilediği niteliklerde yapması veya yapmaması”dır.
Bu tanım, evrendeki olmuş veya olacak her şeyin Allah’ın dilemesiyle olduğunu ve olacağını, O’nun her dilediğinin mutlaka olacağını, dilemediğinin ise asla olmayacağını bildiren şu ayetlerle de Kur’an’dan destek almaktadır:
47.Meryem; “Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim için çocuk nasıl olur?” dedi. Allah; “Öyledir! Allah dilediği şeyi oluşturur; O, bir işe karar verdiği zaman onun için ‘Ol!’ der, o da hemen olur” dedi.
(Âl-i Imran/ 47)
82.Şüphesiz ki O, bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu/ işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir.
(Ya Sin/ 82)
Allah İnsanlara İnanç Özgürlüğü Tanımıştır
Nitelikleri yukarıda açıklanmaya çalışılan ölçülerde bir Meşiet/ İrade sahibi olan Allah, bu sıfatından kapasiteleri nispetinde insanlara da bahşetmiş ve insanlara özgür iradeleri ile seçme hakkı tanımıştır. Rabbimiz rahmeti gereği, elçi göndermiş, kitap indirmiş; iyi yolu, kötü yolu açıkça orta koymuş donra da istediğinizi seçin demiştir. İnanç ve amel özgürlüğünün temeli Allah’ın bu konudaki meşietidir.
Herkesçe bilinen bir gerçektir ki, insanların baskıyla bir şeye inandırılmaları veya inanmaktan vazgeçirilmeleri mümkün değildir. İnanç bir gönül işidir. Bundan dolayıdır ki, insanların ne kalplerine nüfuz etmek, ne de beyinlerini kontrol etmek mümkündür. İnanç konusunda insanları zorlamanın ikiyüzlü kimseler üretmekten başka bir işe yaramadığı da insanlık tecrübeleriyle sabittir. Ayrıca جبر cebr/ zorlama ve baskı imtihan esprisine de aykırıdır. O nedenle Yüce Rabbimiz insanları bu konuda özgür bırakmıştır. Bakara/ 256, Hud/ 15, 28, Kâfirun/ 6, Yunus/ 99, 108, Teğâbün/ 2, Kehf/ 29, Zümer/ 7, 15, Fussılet/ 40, İnsan/ 2, 3, Nahl/ 9, 36, 93, Secde/ 13, Maide/ 48, İsra/ 15, 18, Şûra/ 20, En’âm/ 35, Rad/ 31, Şuara/ 3, 4’de görülebilir.
Saptıran da, Hidayete Erdiren de Sadece Allah’tır
Allah’ın insanı özgür bıraktığı Kur’an ile tespit edildikten sonra, bir başka konunun da iyi anlaşılması gerekir. Bu, saptıran da hidayete erdiren de sadece Allah olduğu konusudur. Zira “Meşiet” kavramını tüm boyutları ile incelememiş olanlar, saptırma ve hidayet konusunda yanılmakta ve “dalâlet ve hidayetin herhangi bir esasa ve kurala bağlı olmadığını, Allah’ın rastgele birilerini saptırdığını, kimilerini de rastgele hidayete erdirdiğini” ileri sürebilmektedirler. Oysa Allah’ın durup dururken bir kimseyi saptıracağını iddia etmek, Allah’a zulüm yakıştırmak olur ki, Allah hakkında böyle bir şey düşünülemez.
Zaten konu detaylı araştırıldığında işin öyle olmadığı anlaşılacaktır. Önce iki örnek verelim:
8.Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/ dileyeni şaşırtır, dilediğine/ dileyene de kılavuzluk eder. Onun için canın onlara karşı hasretlerle/ üzüntülerle sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir.
(Fatır/ 8
(Benzer ayetler: En’âm/ 39, İbrahim/ 4, Nahl/ 93, Müddessir/ 31)
46.Andolsun ki Biz, açıkça ortaya koyan âyetler indirdik. Ve Allah, dileyen kimseyi dosdoğru yola iletir.
(Nur/ 46)
(Benzer ayetler: Bakara/ 142, 213, 272, En’âm/ 88, Yunus/ 25, Hacc/ 16, Nur/ 35, Kasas/ 56, Fatır/ 22, Zümer/ 23, Şûra/ 13)
Görüldüğü gibi, bu ayetlerde Allah’ın kudret sıfatı öne çıkarılarak her şeye güç yetiren Allah’ın dilediğini saptırdığı, dilediğini de doğru yola ilettiği ifade edilmiştir. Ancak dikkat edilirse bu ayetler rastgeleliği değil, bir seçimi [meşieti/ iradeyi] ifade ederler.
Doğru bakılırsa, Yüce Allah’ın saptırma ve hidayete erdirmeyi rastgele dilemediği Kur’an’da açıkça görülür:
Allah’ın Hidayet Edeceği Kimseler
– Kendilerini değiştirmek isteyenler (Ra’d/ 11, Enfal/ 3)
– Müminler (Muhammed/ 46, Meryem/ 76, Hacc/ 54, Tövbe/ 124, İbrahim/ 27, Müddessir/ 31, Hucurat/ 7, 8, Bakara 26, Enfal/ 2, Nahl/ 102, Nur/ 55, Zümer/ 23, Fetih/ 4, Zariyat/ 55)
– Tağuttan kaçınanlar (Zümer/ 17, 18)
– Allah’a yönelip O’na sarılanlar (Şûra/ 13, Zümer/ 17, Ra’d/ 27, Âl-i Imran/ 101)
– Salih amelde bulunanlar (Şûra/ 23)
– Fakirlere yardım edenler (Leyl/ 5-7)
– Cihat edenler (Ankebut/ 69)
– Sözü dinleyip en güzeline uyanlar (Zümer/ 18)
Allah’ın Saptıracağı Kimseler
– Kâfirler (Mümin/ 74, Nisa/ 155, Tövbe/ 37, Nahl/ 107, Meryem/ 83, Müddessir/ 31)
– Ahirete inanmayanlar (İsra/ 45)
– Ayetlere inanmayanlar (Nahl/ 104)
– Zalimler (İbrahim/ 27, Tövbe/ 109, En’âm/ 129)
– Münafıklar (Nisa/ 82)
– Fasıklar (Saff/ 5, Bakara/ 26, Maide/ 108, Tövbe/ 80, Münafikun/ 6)
– Kalplerinde hastalık olanlar (Bakara/ 10, Tövbe/ 124, 125, Müddessir/ 31, Hacc/ 53)
– Mücrimler (Hicr/ 11-13)
-Düşünmeyenler, öğrenmeyenler (Tövbe/ 127, Rum/ 59, Yunus/ 100, A’râf/ 179)
– Dünya hayatını tercih edenler (Nahl/ 107)
– Haddi aşanlar (Mümin/ 10, 12, 28, 34, Yunus/ 74, 20, 125-127)
– Kur’an’dan yüz çevirenler (Zühruf/ 36, 37)
– Allah’ı unutanlar (Haşr/ 19)
– Cimriler (Tövbe/ 76, 77)
– Kibirliler (Mümin/ 35)
– Müstağniler (Leyl/ 8-10, Abese/ 5-7, Alak/ 6, 7)
– Zorbalar (Mümin/ 35, İbrahim/ 13, 16)
– Yalancılar (Zümer/ 3, Bakara/ 10, Tövbe/ 77, Nahl/ 36, Mümin/ 28, Leyl/ 8-10)
– Nankörler (Bakara/ 276, Hacc/ 38, Lokman/ 32, Sebe/ 17, Fatır/ 36, Kaf/ 24, İsra/ 27, Zümer/ 3)
– Şüpheciler (Mümin/ 34)
Allah Evrendeki Her Şeyin ve Her İşin Yaratıcısıdır
Kelâm ilminde “Kulların Yaptığı İşlerin Yaratılması” başlığı altında temel konulardan biri olarak ele alınmıştır. Üzerinde uzun tartışmalar yapılmış olan bu konuda Mutezile, Kaderiyye, Cebriyye, Cehmiyye, Eşariyye ve Maturidiyye gibi ekoller oluşmuş ve her mezhep kendine göre aklî ve naklî kaynaklar ileri sürmüştür. İlgilenenler, Kelâm kitapları sayfalarında yapılan bu tartışmaları “Mevkıfu’l-Beşer Tahte Sultani’l-Kader”, “Şerh-i Mevakıf”, “Şerh-i Makasıt”, “Şerh-i Akaid”, “Fıkh-ı Ekber” “Aliyyü’l-Kari Şerhi” ve “Kitabu’t-Tevhid” adlı kitaplardan detaylı olarak okuyabilirler.
Bu konunun üzerinde ihtilaf ve tartışma olmayan birinci ilkesi, bir tek olan, ortağı ve benzeri olmayan, ibadete lâyık tek yaratıcı olan Allah’ın, madde-enerji, canlı-cansız tüm varlıkların yaratıcısı olduğu gibi, bu varlıkların yaptıkları işlerin de yaratıcısı olduğudur. Bunlar ister uyumak, düşünmek, büyümek, kalp atışı gibi irade edilmeksizin [irade dışı] yapılan işler olsun, isterse iyi-kötü, güzel-çirkin, hayır-şer gibi niteliklere sahip, insanın kendi seçimiyle yapılan işler olsun, bütün fiillerin yaratıcısı Allah’tır.
95,96İbrâhîm; ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah oluşturmuştur’ dedi.
(Saffat/ 95, 96)
102.İşte Rabbiniz Allah! O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin oluşturucusudur. Öyleyse, O’na kulluk edin. O, her şey üzerine belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayandır.
(En’âm/ 102)
16.De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah’tır.” De ki: “Allah’ın astlarından o kendi kendilerine yarar sağlamaya ve zarar vermeye gücü olmayanları yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar mı ediniyorsunuz?” De ki: “Hiç kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?” Ya da Allah’a, O’nun gibi oluşturan birtakım ortaklar buldular da, bu oluşturma kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki: “Allah, her şeyin oluşturucusudur. Ve O, birdir, her şeye üstün ve kahredicidir.”
(Ra’d/ 16)
62.Allah, her şeyin oluşturucusudur. O, her şeyin “belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan”ıdır.
(Zümer/ 62)
62.İşte, her şeyin oluşturucusu Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O hâlde nasıl oluyor da döndürülüyorsunuz!
(Mümin/ 62)
Görüldüğü gibi, Yüce Allah, ilâhlığının olmazsa olmaz bir gereği olarak her şeyin ve her işin asıl yaratıcısıdır. Dolayısıyla dalâleti de, hidayeti de hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Ne var ki, dalâlet ve hidayet şeklindeki bu iki yaratılandan herhangi birini tercih eden ve o yönde davranışta bulunan ise insandır. Bu, her fiilin yaratıcısının Allah, her fiilin kasip ve failinin ise insan olduğu anlamına gelmektedir. Allah kullarına kabiliyet ve imkânlar vermiş, onların iradelerini özgür kılmıştır. Seçim yapabilecek bir ortamın olmaması hâlinde özgür iradenin bir anlamı olmayacağı için de insana dalâlet ve hidayetin birlikte bulunduğu seçim yapılabilecek bir ortam yaratarak iradesini ortaya koyma imkanı vermiştir. Yukarıda Zümer suresinin 7. ayetinde de gördüğümüz gibi, Allah kullarının kötü eylemlerde bulunmalarını istememektedir. Ancak özgür bıraktığı kulun seçimine de engel olmamaktadır. Her şeyi kendi bilgisi, kontrolü ve tasarrufunda bulunduran Allah, kullarının kendi istekleriyle de olsa dalâleti seçmelerine razı olmamakta, onlara verdiği seçme yetisini gözeterek memnun olmadığı hâlde kullarının bu tercihlerine izin vermektedir.
Kur’an’da aslında kullar tarafından işlenmiş iyi ve kötü birçok fiilin faili olarak Allah’ın görünmesi işte bu yüzdendir, yani Allah’ın kullarının işlediği fiillerin yaratıcısı olması sebebiyledir. Yoksa Allah’ın cebir uygulayarak insanı o işi yapmaya mahkûm etmesinden değildir.
Aşağıdaki ayetlere bu anlayışla bakıldığında görülecektir ki, asıl failler insanlardır:
100.Allah’ın izni/ bilgisi olmaksızın, hiç kimse için iman etme yoktur. Ve Allah, kirliliği/ azabı aklını kullanmayanların üzerine bırakır.
(Yunus/ 100)
125.Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle, Allah, pisliği [zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine bırakır/ atar.
(En’âm/ 125)
53.Bu, şüphesiz bir toplum, kendinde olanı değiştirinceye kadar, Allah’ın, o topluma nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışı ve şüphesiz Allah’ın en iyi işiten, en iyi bilen olması nedeniyledir.
(Enfal/ 53)
11.Her kişi için, iki elinin arasından ve arkasından –Allah’ın işinden olarak–, onu gözetip koruyan izleyiciler vardır. Gerçekte, bir halk, kendi benliklerinde olanı değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah, bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O’nun astlarından bir yardım eden, koruyan, yol gösteren bir yakın da yoktur.
(Rad/ 11)
14.Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Onların kazandıkları, kalpleri üzerine pas olmuştur.
(Muttaffifin/ 14)
88.Ve onlar, “Bizim kalplerimiz kılıflıdır/ hiçbir şey işlemez” dediler. Aksine; Allah, gerçeği bilerek reddetmelerinden dolayı onları dışlamış/ rahmetinden mahrum bırakmıştır. Bundan dolayı pek azı iman eder!
(Bakara/ 88)
16.Ve Biz, bir ülkeyi değişime/ yıkıma uğratmak istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi önde gelenlerine, hak yolda olmalarını, hak yolda önderlik yapmalarını emrederiz de onlar, bunun aksine, orada hak yoldan çıkarlar. Artık oranın üzerine Söz hak olur da Biz orayı kökünden darmadağın ederiz.
(İsra/ 16)
Ve A’râf/ 94-102, Yunus/ 74, En’âm/ 25, 42-46, Nahl/ 104-109, Bakara/ 93, Nisa/ 155-159, Münafikun/ 1-11, Saff/ 5 ve Tövbe/ 86,87, 93.
Yukarıdaki ayetler bize şu gerçeği anlatmaktadır: İnsanlar, kalpleri, kulakları Allah tarafından damgalandığı için kâfir olmazlar; bilakis kâfir oldukları için kalplerini, kulaklarını ilme ve uyarıya kapamak suretiyle kendi kendilerini damgalarlar. Çünkü kâfirler, kendi akıllarına çok güvendikleri için Allah’ın uyarılarını dinlemez ve peygamberi küçümserler; böyle yapmakla akıllarını da doğru kullanmamış olurlar. Yüce Allah ise insanların bu duruma kendi hür iradeleri ile düşmelerine izin verir, böylece küfür yolunu seçmiş olan bu insanların kalplerini mühürlemiş olur.
Zaten batıl inançlara dalan, kendini müstağni gören, zevk ve sefaya dalan, hevasını ilâh edinen bu tür insanlar, kalplerini, kulaklarını tıkayarak gönüllerine başka bir inancın girmesine izin vermezler. Saydığımız özellikleri nedeniyle kalplerini ve kulaklarını mühürlediklerinden, peygamberle yan yana gelseler, Kitab’ı alıp okusalar bile ayetlerden etkilenmezler.
Çünkü kalpleri taşlaşmış hatta taştan daha beter bir katılık kazanmıştır. Bu gerçekleri ayrıntılı olarak şu ayetlerde görmekteyiz:
111.Ve eğer Biz, şüphesiz onlara birtakım güçler indirseydik, onlara ölüler söz söyleseydi ve her şeyi karşılarına toplasaydık, –Allah’ın dilemesi dışında– yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu cahillik ediyorlar.
(En’âm/ 111)
5.Ve onlar: “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü/ zırh içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir perde vardır. Artık sen, yapabileceğini yap, biz de gerçekten yapıyoruz” dediler.
(Fussılet/ 5)
45.Kur’ân öğrenip-öğrettiğin zaman seninle âhirete inanmayanlar arasında görünmez/ gizli bir perde yaptık.
46.Ve onların kalpleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık yaptık. Ve sen Kur’ân’da sadece Rabbini ‘bir ve tek’ olarak andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler.
47.Biz, onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimselerin, “Siz, büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz” dediklerini çok iyi biliriz
(İsra/ 45-47)
31.Ve şu kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenşu kimseler, “Biz kesin olarak, bu Kur’ân’a inanmayız, ondan öncekine de…” dediler. Sen şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri Rableri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini bir görsen! Zaafa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan kimselere, “Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü’min kimseler olurduk” diyecekler.
(Sebe/ 31)
27-29,31.Yine o kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmişolan o kimseler: “Ona Rabbinden bir alâmet/ gösterge indirilmeli değil miydi, eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur’ân olsaydı…” diyorlar. De ki: “Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtır ve gönülden bağlanan kimseleri; inanan ve kalpleri Allah’ı anmakla zihnindeki tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşmuş kişileri Kendisine kılavuzlar.” Gözünüzü açın! Kalpler, yalnız ve yalnız Allah’ı anmakla; zihnindeki tüm soru işaretlerini gidermekle rahata kavuşur. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseler; tuba; güzellikler, müjdeler ve güzel dönüş yeri sadece onlar içindir. Aslında emrin tümü Allah’ındır. İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki eğer Allah dilemiş olsaydı, kesinlikle insanların tümüne kılavuzluk ederdi. İnkâr eden kimseler, Allah’ın vaadi gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir bela çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez/ miadını şaşırmaz
(Rad/ 27-29, 31)
179.Ve andolsun ki tanıdıklarınızdan-tanımadıklarınızdan birçoğunu cehennem için türetip ürettik; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar duyarsızların ta kendileridir.
(A’râf/ 179)
103.Allah, “bahîre”den, “sâibe”den, “vasîle”den ve “hâm”dan hiç birini öngörmemiştir. Ancak kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenkimseler, Allah’a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez.
(Maide/ 103)
12.Şüphesiz Allah, iman edip sâlih amellerde bulunan kimseleri, altından ırmaklar akan cennetlere girdirir. İnkâr eden kimseler ise, kazançlanırlar ve etinden, sütünden yararlanılan hayvanların yemesi gibi yerler, Ateş de onlar için bir konaklama yeridir.
(Muhammed/ 12)
10.Ve andolsun ki Biz, senden önce geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik.
11.Ve onlara herhangi bir elçi gelmeye görsün, kesinlikle onunla alay ederlerdi.
13.Onlar indirilen kitaba/ gönderilen elçiye inanmazlar, oysa ki evvelkiler ile ilgili yasamız/ uygulamamız geçmiştir, size bildirilmiştir.
14,15.Ve Biz, onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak da onlar oradan yukarı yükselseler bile, kesinlikle “Gözlerimiz döndürüldü/ bulandırıldı. Aslında biz büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir.
(Hicr/ 10-11, 13-15)
146.Yeryüzünde, bütün âyetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen haksız yere büyüklük taslayan şu kimseleri, âyetlerimizden uzak tutacağım.” –Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil; duyarsız, ilgisiz olan kimseler oluşlarındandır.–
(A’râf/ 146)
Kısacası Allah, şer ve hayrı yaptıran değil yaratandır.
İlm-i İlahinin Ef’al-i ibade Etkisi (Allah’ın bilgisinin kulların işlerine etkisi)
Âyetlerde iman etmenin de, inkâr etmenin de insanın hür irâdesine bırakıldığı ve cennete girmenin de, cehennemi hak etmenin de, kişinin yaptıklarının sonuçları olduğu açık bir şekilde anlatılmaktadır. Allah’ın, yaptıklarımızı önceden bilmiş olması, bizi, o yaptıklarımızı yapmaya zorladığı anlamında değildir. Bilakis Allah’ın bilgisindeki o mâlumat, yaptıklarımız sebebiyledir.
Allah sonsuz ilmi ile, dünyaya gelen ve gelecek insanların, iyiyi mi yoksa kötüyü mü seçeceklerini bilir. Ancak insanlar, kendilerinin ne şekilde hareket edeceklerini Allah’ın bildiği ve takdir ettiği için hareket ediyor değillerdir. İnsan hak ile bâtılı seçme durumundadır. Hakkı seçerse cennete girecektir; Bâtılı seçerse cehenneme girecektir. Bu kararı imtihan için Allah insana bırakmıştır. İnsan sonucuna katlanmak şartıyla, seçiminde hürdür.
Kesinlikle bilinmektedir ki Allah, ilmi ile bütün zamanları, geçmişi, hâli ve geleceği aynı anda kuşatır. Bizim yapacaklarımızı, daha yapmadan evvel, ezeliyeti ile bilir.
Burada dikkat edilmesi, iyi anlaşılması gereken, “İlmin (bilginin) maluma (bilinene) tabi olduğu” gerçeğidir.
İlim; bir şeyin zihindeki şeklidir.
Malum ise; o şeyin hariçteki gerçek halidir.
Bu konuyu binlerce örnekle örneklemek mümkündür.
Bir minare, kalem, defter, insan, meyve, otomobil vs düşünelim. Zihnimizde bunları hey’etleriyle bilip duruyoruz.
Şimdi üzerinde duracağımız nokta, bu nesneler, bizim bilgimize tabi olarak mı o şekildeler, yoksa onların şeklinden mi bizde bilgi oluştu? Peki biz bir otomobili bir minare şeklinde bilseydik, otomobil minare şeklinde mi olurdu?
Bankada hesabı olanlar, bankadaki paralarının miktarını bilirler. Peki bankadaki paraların miktarı bilgiye mi bağlı, yoksa bilgi paranın miktarına mı bağlı? Kişi bankadaki parasını yanlış bilse paranın miktarı değişecek mi?
Atmosferde boşluğu bırakılan her cisim yer çekimi sebebiyle düşer. Bu bilgidir. Peki o cisim düşeceği için mi düşeceği bilinir, yoksa düşeceği bilindiği için mi düşer?
Ateşin yaktığı herkesçe bilinir. Peki ateş yaktığı için mi herkes ateşin yaktığını öğrenmiştir. Yoksa ateş yakıcıdır diye bilindiği için mi ateş yakmaktadır.
İnsanlar yine ileriki günlerde, senelerde güneşin doğuş ve batış saatlerini, ay ve güneş tutulmalarını bilebilir ve takvimlerine yazar.
“Acaba takvimde yazıldığı için mi bu olaylar gerçekleşiyor, yani güneş o saatlerde doğuyor ve batıyor veya tutuluyor?” Yani malum olan güneşin doğup batacağı, tutulacağı saat, ilimi olan insanların bilgisine mi tabi yoksa güneşin o saatte doğup, o saatte batacağı, tutulacağı önceden hesaplanıp, tespit edildiği için mi bilinmiş ve takvimlere yazılmıştır?
Bu örnekleri, tarih, coğrafya, astronomi, atmosfer olayları, yapılmış plan ve programlar, yol, uçak, tren tarifeleri vs. gibi pratik hayattan yüzlerce, binlerce olay ile çoğaltabiliriz .
Allah’ın varlıkların ne yapacağını ezelden bilmesi ilimdir. Allah’ın bu ilmi kesinlikle “ma’lum” olan bizim fiillerimize ve yapacaklarımıza tâbidir. Yani biz yapacağımız için Allah öyle bilmiştir. Yoksa Allah öyle bildi diye biz mecburen yapmıyoruz.
Kader konusu ile ilgili akla gelen sorular
Kader değişir mi?
Yukarıdaki açıkladığımız üzere, Allah’ın yazıp da insanlara zorla uygulattığı, insanların eylemlerine yönelik “Alın yazısı” anlamında bir kader söz konusu değildir. Kaderi, “ilm-i ilahi” olarak ele alacak olursak da Allah’ın bilgisinde değişiklik; artma, eksiltme söz konusu edilemez.
Kaderi, “Allah’ın takdiri” olarak ele alırsak bunda da değişiklik söz konusu olmaz.
Mesela, Allah kişinin doğacağı, öleceği anları takdir etmişken bunların belirli sebeplerle sonradan değişmesi söz konusu olursa, bu takdirde Allah’ın ilminde bir değişiklik olmuş, Allah’ın aldığı bir karar gerçekleşmemiş, bilmediği bir şey gerçekleşmiş olur ki, bu da Allah’ın ilim, irade, tekvin sıfatlarında bir artma ve eksilmeyi netice verir; bunun ise Allah hakkında düşünülmesi bile mümkün değildir.
Evlilik kader midir?
İnsanların eş seçimi de tamamen ihtiyari; kendilerinin istek ve seçimleriyle gerçekleştirdikleri bir iştir. Kadın ve erkeğin meşru, gayri meşru cinsel ilişkisi, kendilerinin özgürce yaptıkları bir ameldir. Ama bu amele dayalı çocuğun doğması, cinsiyeti Allah’ın takdiridir. Yumurta ve sperm sayısı, cinsiyet kromozomlarının buluşması gibi olaylar, insanların iradeleri dışında gelişir. İşin bu yeni Allah’ın takdiri kapsamındadır.
Zoraki evlendirme, tecavüz, kazaya kurban gitme, planlanan bir işin sonuçsuz kalması gibi olaylar, Bakara/ 155-158. ayetlerde açıklanan belalandırma, fitnelendirme çerçevesinde düşünülmelidir.
Allah, herkesin akıbetini bildiğine göre niçin yaratıyor?
Allah, “Vacib’ul vücud”dur. Yani zorunlu ve varlığı zorunlu olan varlıktır. (Ayrıntı, Kelam ilmi kitaplarından bakılabilir)
Bu nedenle Allah’ın zorunluluktan gelen ayırıcı özellikleri vardır. Tüm esmasının, sıfatlarının (Zati, sübuti ve selbi) tecellisi gerekir. Bu nedenle, Halik ve Fatır sıfatları olmalıdır ve olduğuna göre de yoktan yaratmalı varlardan da bir şeyler oluşturmalıdır.
Tebarektir, cömertliğinden istifade ettirmelidir. Naimdir, nimetlerinden istifade edilmelidir. Gafur olup affetmelidir, Tevvab olup, tevbeleri kabul etmelidir, Müntakim olup suçluyu yakalayıp cezalandırarak adalet sağlamalıdır. Adil olup adaletle muamele etmelidir. Muhyi (hayat veren) ise, yarattıklarına can vermeli Mümit (öldüren) ise öldürmelidir.. vs. vs. tüm sıfatları hariçte tecelli etmelidir.
Tüm bunlar Allah’ın olmazsa olmazlarıdır. İnsanların düşünmesi gereken, Allah’ın niçin yarattığı değil nasıl muamele ettiğidir.
Ecel, kader midir, değişir mi?
Ecel de insanın kaderidir. Allah ayarlamıştır, belirlemiştir; adını koymuştur. Ecel kesinlikle değişmez; ertelenmez de öne de alınmaz. (Ayrıntı ecel yazımızdadır)
Seyyid Kutub’un Kamer/ 49 âyetiyle ilgili açıklamaları:
Her şeyi, irili-ufaklı her nesneyi, konuşabilen ve dilsiz her varlığı, hareket edebilen ve edemeyen tüm yaratıkları, geçmişte ve şimdiki zamanda var olan tüm nesneleri, bilinen ve bilinmeyen bütün yaratıkları, kısacası her şeyi belirli bir plân uyarınca yarattık.
Bu plân her yaratığın öz varlığını, niteliklerini, miktarını, zamanını, yerini, çevresini kuşatan varlıklar ile arasındaki ilişkileri ve evrenin yapısı üzerindeki etkisini belirler, sınırlandırır.
Bu kısacık âyet son derece geniş kapsamlı, görkemli ve büyük bir gerçeğe parmak basar. Bütün evren bu gerçeğin somut kanıtı niteliğindedir. Şu evren bütünü ile yüz yüze gelen, onunla iletişim kuran, ondan etkilenen, varlık bütününün uyumlu ve koordineli bir parçası olduğunun bilincinde olan kalp, bu gerçeği ana çizgisi ile kavramakta gecikmez. Evrendeki her şey bu mutlak uyumu gerçekleştiren bir plâna bağlıdır. Bu evren bütünü ile yüz yüze gelen her kalp, bu kapsamlı plânın gölgesinin ana çizgilerinin damgasını üzerinde taşır.
Sonra bilimsel gözleme, deneye ve araştırmaya başvurulur. Bu yöntemler aracılığı ile ve insan aklının kapasitesi oranında bu gerçek kavranmaya, bu yolla bilinebileceği kadar anlaşılmaya çalışılır. Bu gerçeğin daima büyük bölümü ve daha eksiksiz algısı bilimsel yöntemlerle kazanılabilen bölümünün ötesinde kalacaktır. O kalan bölümü insan sıfatı sezgi yolu ile algılar ve evrenin âhenkli korosunun etkisi bu gerçeği özümler. Çünkü insan fıtratının kendisi de her zerresi bir plâna göre yaratılmış olan şu evren bütününün ayrılmaz bir parçasıdır.
Modern bilim bu gerçeğin bazı yönlerini keşfetmiş, elindeki yöntemler aracılığı ile kavranabileceği kadarını kavramıştır. Bu arada gezegenlerin, yıldızların hacimlerini, kütlelerini, aralarındaki uzaklıkları ve karşılıklı çekim güçlerini belirleyebilmiştir. Bu sayede bilginler henüz görmedikleri yıldızların yerlerini doğru olarak tesbit edebilmişlerdir. Çünkü evrene egemen olan uyum prensibi söz konusu yıldızın bilginlerce saptanan yerde olması gerekiyor. Sonradan o yıldızın gerçekten hesap yolu ile saptadıkları yerde olduğunu görmüşlerdir. Bu uyumluluk prensibi bilim adamlarının gözledikleri yıldızların hareketlerine ilişkin belirli verileri açıklamakta ve sonra da onların varsayımlarının doğru olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu varsayımların doğruluklarının meydana çıkması gök cisimlerinin uzay boşluğuna son derece ölçülü ve plânlanmış oranlara dayalı olarak dağılmış olduklarını gösterir. Bu oranların zaman içinde ne değişmeleri ve ne de bozulmaları söz konusudur.
Öte yandan modern bilim, üzerinde yaşadığımız şu yer kürede egemen olan uyumu, yüce Allah’ın plânı uyarınca bu gezegeni belirli bir “hayat” türüne elverişli kılan şartlar arasındaki âhengi de keşfetmiştir. Öyle ki, bu şartlar arasındaki oranlardan herhangi birinin bozulduğunu farz edelim; o takdirde ya hayat tümü ile sona erer ya da daha baştan ortaya çıkması mümkün olmaz. Şu yer yuvarlağının hacmini, kütlesini, güneş’ten uzaklığını, güneş’in ısı derecesini, dünya ile ekseni arasındaki eğimin açısal değerini, dünya’nın kendi çevresindeki ve güneş etrafındaki dönüş hızını; ay’ın dünya’dan uzaklığını, hacmini, kütlesini, dünya üzerindeki denizlerin ve karaların dağılımını bir arada düşünelim. Bunlara burada sayılmayan binlerce olguyu ekleyelim. Bütün bu olgular ve şartlar arasında ince bir duyarlılıkla planlanmış ölçüler ve oranlar vardır. Eğer bu oranlardan bir teki bile bozulsa bütün dengeler alt-üst olur ve bu dengesizlik, yeryüzünde süren “hayat” olayının sona ermesini kaçınılmaz kılar.
Yine modern bilim, hayatı düzenleyen çok sayıdaki faktörler arasında, canlılarla onları kuşatan şartlar arasında ve bu şartların kendileri arasında var olan uyumu da keşfetmiştir. Öyle ki, bu bilgiler, insanoğluna yukarıdaki kısa âyetin vurguladığı büyük ve derin gerçeği bir ölçüde kavrama imkânı sağlamıştır.
Bu bulgulardan öğrendiğimize göre gerek doğal ortamda ve gerekse canlıların yapısında hayatı ve var olmayı sağlayan faktörleri ile ölüme ve yok olmaya yol açan faktörler arasında sürekli korunan bir denge vardır. Bu denge hayatın doğuşunu, varlığını ve devamını sağlayacak oranda korunur. Fakat canlılık olayının herhangi bir zaman dilimindeki canlıların çoğalma ve beslenme şartlarının sınırlarını aşacak derecede yayılmasına da meydan verilmez, yani canlılığın yayılması bu sınırda durdurulur.
Canlılar arasındaki bu duyarlı dengeye burada kısaca değinmemizin faydalı olacağını sanıyorum. Bilindiği gibi daha önceki birkaç sûreyi açıklarken evrenin yapısına ve yeryüzündeki hayat şartlarına egemen olan uyumu, dengeyi oldukça ayrıntılı biçimde irdelemiştik. (Bu konuda geniş bilgi için Furkân sûresi’ne ilişkin açıklamalarımıza başvurulabilir.)
Küçük kuşları yiyerek beslenen yırtıcı kuşların sayısı azdır. Çünkü bu kuşlar az yumurtlarlar ve az kuluçkaya yatarlar. Üstelik dünyanın sadece belirli bölgelerinde yaşarlar. Buna karşılık uzun zaman yaşarlar. Eğer yırtıcı kuşlar uzun ömürleri yanında bir de çok yumurtlayabilseler ve dünyanın her yöresinde yaşayabilseler küçük kuşların ya soylarını kuruturlar ya da sayılarını büyük oranda azaltırlardı. Küçük kuşların sayıca çok olmaları ve sık sık yumurtlamaları bu sonucu önlemeye yetmezdi. Oysa küçük kuşların şu yeryüzünde başta yırtıcı kuşlara yem olmak, insanların beslenmesine katkıda bulunmak gibi daha birçok fonksiyonları vardır. Nitekim bir şair bu gerçeği şöyle dile getirir:
Küçük kuşların yavrusu çok olur.
Buna karşılık ana şahin tek tek yumurtlar.
Daha önce belirttiğimiz gibi bu olgu, yüce Allah tarafından plânlanmış bir hikmetin sonucudur. Amaç yırtıcı kuşlar ile küçük kuşlar arasında yaşama faktörleri ile yok olma faktörleri bakımından denge kurmaktır.
Karasinek milyonlarca yumurta yapar. Fakat bu yumurtalardan çıkan sinek yavruları iki haftadan fazla yaşamazlar. Eğer bu yüksek yumurtlama oranı yanında birkaç yıl yaşasalardı yeryüzünün her yanını karasinekler kaplar ve başta insan olmak üzere birçok canlının dünyada yaşaması imkânsız olurdu. Fakat şu evreni plânlayıp yöneten güçlü “el”in işlettiği şaşmaz denge mekanizması üreme çokluğu ile ömür kısalığı arasında denge kurmuş ve bunun sonucu olarak gördüğümüz düzen meydana gelmiştir.
Sayıca en kalabalık, en hızlı biçimde çoğalan ve en saldırgan varlıklar olan mikroplar, aynı zamanda en dayanıksız ve en kısa ömürlü canlılardır. Soğuğun, sıcaklığın, ışığın, asitlerin, kan salgılarının ve başka birçok faktörün etkisi ile milyarlarcası ölür. Sadece çok az sayıdaki hayvana ve insana karşı üstünlük sağlayabilirler. Eğer çok dayanıklı ve uzun ömürlü olsalardı hayatı ve tüm canlıları yok ederlerdi.
Bütün canlı türleri kendilerini düşmanlarına karşı koruyan ve yok olmalarını önleyen silahlarla donatılmışlardır. Bu silahlar çeşitli türde ve birbirinden farklıdır. Söz gelimi sayı çokluğu bir silah olduğu gibi, güçlü vücut yapısı bir başka silahtır. Bu ikisi arasında türlü türlü, çeşit çeşit silahlar vardır.
Küçük yılanlar zehir ya da düşmanlarından hızla kaçabilme silahları ile donatılmışlardır. Büyük yılanlar ise kas gücü silahı ile donatılmışlardır. Bu yüzden pek az türleri zehirlidir.
Korunma bakımından pek beceriksiz bir canlı türü olan domuz böceği kötü koku yayan, yakıcı bir madde ile donatılmıştır. Kendisine dokunan her canlıya bu maddeyi salgılayarak düşmanlarından korunur.
Ceylanlar hızlı koşma ve çok yükseğe sıçrayabilme silahı ile donatılmışken, aslanlar pazu gücü ve düşmanlarını parçalayabilme yeteneği ile donatılmışlardır. Kısacası küçük-büyük her canlının düşmanlarına karşı ayrı bir koruyucu silahı vardır.
Dişi yumurtacık erkek sperması tarafından döllendikten sonra rahmin çeperine yapışır. Bu döllenmiş yumurtacık son derece oburdur. Çevresindeki çeperi aşındırarak orada emmesine ve gelişmesine elverişli bir kan gölü oluşturur. Cenini annesine bağlayan ve doğuma kadar beslenme kanalı görevi yapan göbek bağının boyu gerçekleştirdiği amacın gereklerine uygun miktarda yaratılmıştır. Yani, bu bağ, taşıdığı besinin ne yolda ekşimesine yol açacak kadar uzundur ve ne de bu besinin hızla akarak cenini rahatsız etmesine sebep olabilecek kadar kısadır.
Gebeliğin sonunda ve doğumun başlangıç aşamasında ana memesi sarıya çalan beyazlıkta bir sıvı salgılar. Yüce Allah’ın şaşırtıcı sanatının bir eseri olarak bu sıvı yeni doğan yavruyu hastalıklara karşı koruyan erimiş kimyasal maddelerden oluşmuştur. Doğumun ikinci gününde memede süt oluşmaya başlar. Yine yüce Allah’ın eşsiz plânı uyarınca ana memesinden akan sütün miktarı günden güne çoğalarak bir yılın sonunda iki buçuk litreye ulaşır. Oysa doğumun ilk günlerinde bu sütün miktarı birkaç yüz gramı geçmez. Ana sütündeki mucize sadece süt miktarının çocuğun büyümesine paralel biçimde artması ile sınırlı kalmaz. Ayrıca sütün bileşimine giren maddelerin cinsi ve oranı da zamanla değişir. Ana sütü, doğumu izleyen ilk günlerde çok az oranda nişasta ve şeker içeren su ağırlıklı bir sıvı iken zamanla koyulaşır; içindeki nişasta, şeker ve yağ oranı artar. Bu gelişme çocuğun dokularının ve sistemlerinin sürekli gelişimine ayak uyduracak tempoda günden güne gerçekleşir.
Eğer insan organizmasını oluşturan çeşitli sistemleri, bu sistemlerin görevlerini, çalışma tarzlarını, organizmanın yaşamasına ve sağlıklı olmasına ilişkin fonksiyonlarını incelersek, nasıl dikkatle plânlandıklarını ve ne kadar ölçülü bir tasarlamaya dayandıklarını hayretle görür, yüce Allah’ın güçlü eli ile her canlı organizmayı, her organı, hatta her hücreyi yönettiğini, gözetimi ve denetimi altında bulundurduğunu belirleriz. Burada bu şaşırtıcı mekanizmaların hepsinin nasıl çalıştıklarını ayrıntılı biçimde anlatamayız. Bu sistemlerden sadece birindeki iç salgı bezleri sistemindeki son derece hassas plânlamaya kısaca değinmekle yetinelim. Bu bezlerin her biri birer küçük kimya ürünleri fabrikasıdır. Organizmaya gerekli kimyasal bileşimleri sağlarlar. Salgıladıkları kimyasal bileşimler o kadar etkili, o kadar güçlüdür ki, yüz milyonda birlik dozajı bile insan vücudunda son derece önemli etkiler meydana getirir. Bu bezler her birinin salgısı, diğerinin salgısının etkisini tamamlayacak düzende çalışırlar. Bu salgılar hakkında bütün bildiğimiz onların son derece karmaşık bileşikler olduğu, dozajlarında meydana gelebilecek herhangi kısa süreli bir oran değişikliğinin organizmanın yapısında tehlike derecesine varan bir yıkıma yol açacağıdır.
Öte yandan hayvan organizmasının sistemleri, bu hayvanın türüne, yaşadığı çevreye ve yaşama şartlarına bağlı olarak değişmekte, farklılık göstermektedir. Aslanların, kaplanların, kurtların, sırtlanların ve çölde yaşadıkları için ancak avladıkları öbür hayvanların etleri ile beslenebilen bütün yırtıcı hayvanların ağızları kesici dişlerle ve sert azı dişleri ile donatılmıştır. Bunlar avlarına saldırdıklarında kas gücünden yararlanacakları için bacak kasları güçlüdür. Ayrıca bu bacakların uçlarında keskin tırnaklar ve pençeler vardır. Bu hayvanların mideleri de etleri ve kemikleri sindirebilen asitler ve enzimler salgılar.
Buna karşılık geviş getiren, çayırlarda otlayarak beslenen evcil hayvanların organik sistemleri farklı donanımdadır:
Bu hayvanların sindirim sistemleri yaşadıkları çevrenin şartlarına uyacak biçimde tasarlanmıştır. Bu hayvanların ağızları oldukça geniştir. Azı ve köpek dişleri sert yapılı ve güçlü değildir. Buna karşılık ağızları parçalayıcı, keskin dişlerle donatılmıştır. Bu sayede otları ve bitkileri çabuk yerler ve bir kerede yutarlar. Böylece yaratılış amaçları olan hisleri insana sunma imkânına kavuşurlar. Yüce Allah bu sınıfa giren hayvanların sistemlerini son derece şaşırtıcı nitelikte yaratmıştır: Bu hayvanların acele ile yuttukları otlar ve bitkiler önce “işkembe”ye iner. Burası besin deposu görevini görür. Gündelik çalışma bitip de hayvan istirahata geçince işkembede depolanan besinler midenin “börkenek” adlı gözüne iner, sonra da tekrar ağzına çıkar. Hayvan bu yutulmuş besinleri ikinci kez iyice çiğnedikten sonra midesinin üçüncü gözü olan “kırkbayır”a gönderir, besinler oradan da midenin dördüncü gözü olan “şirden”e iner.
Bu uzun sindirim işleminin amacı bu tür hayvanları korumaktır. Çünkü bunlar çayırda otladıkları sırada çoğu kere yırtıcı hayvanların saldırısına uğrama tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Bu yüzden bir an önce besinlerini elde edip hızla güvenli istirahat yerlerine çekilmek zorundadırlar.
Bilim diyor ki; geviş getirme işlemi bu tür hayvanlar için zaruri, hatta hayatîdir. Çünkü otlar, selüloz zarı ile kaplı hücrelerden oluştuklarından dolayı sindirilmeleri zor bitkilerdir. Hayvan bu bitkileri sindirebilmek için oldukça uzun bir zamana muhtaçtır. Eğer geviş getirmese ve midesinde acele ile yuttuğu besinleri depo etmeye yarayacak “işkembe” denen göz olmasaydı, hayvan otlarken uzun zaman harcamak zorunda kalacaktı, bu zaman bir tam güne yakın olacak, fakat buna rağmen yeteri besini sağlayamayacaktı, üstelik çiğneyip yutma işlemleri sırasında kasları çok yorulacaktı. Oysa geviş getirme işlemi sayesinde acele ile ağzına aldığı besinleri “işkembe”sinde depoluyor, bu besinler orada biraz mayalanıp yumuşadıktan sonra hayvan tarafından tekrar ağza çıkarılarak çiğneniyor, öğütülüyor ve arkasından yutuluyor. Böylece hayvan kolayca otlamış, besinini almış ve aldığı besini sindirmiş oluyor. Bütün bu kolaylıkları tasarlayan Allah ne kadar yücedir.
Baykuş ve delice kuşu gibi yırtıcı kuşların gagaları, etleri parçalamaya yarasınlar diye çengel gibi kıvrık ve keskindir. Buna karşılık kazların ve ördeklerin gagaları geniş ve kepçe gibi yayvandır. Bu biçimleri ile çamurlar arasında ve sular içinde besin aramaya elverişli olmaktadırlar. Gagaların iki yanında sazları ve otları kesmeye yarayan testere gibi küçük dişler vardır.
Tavukların, güvercinlerin ve yerden tane toplayarak beslenen diğer kuşların gagaları ise tane toplamaya yarayacak biçimde kısa ve küttür. Oysa meselâ martının gagası oldukça uzundur. Gaganın alt kısmında ise balıkçı ağını andıran bir torba sarkar. Çünkü martının temel besini balıktır.
Hüdhüd ve çavuş kuşlarının gagaları ise birazcık uzun ve küttür. Bu biçimleri ile çoğunlukla yeraltında yaşayan böcekleri ve kurtçukları aramaya elverişlidirler. Bilim adamlarının dediklerine göre eğer insan bir kuşun gagasına şöyle bir bakarsa hangi tür besin ile beslendiğini tesbit edebilir.
Kuşların sindirim sisteminin geriye kalan bölümü de son derece hayret verici bir yapıdadır. Dişleri olmadığı için besinlerini sindirsinler diye “kursak”la ve “taşlık”la donatılmışlardır. Kuşlar, “taşlık”larındaki besinleri sindirmelerine yardımcı öğeler olsunlar diye çakıl taşları ve sert maddeler yutarlar.
Eğer bütün hayvan cinslerini ve türlerini bu şekilde incelersek işimiz uzar ve bu tefsir kitabının yönteminden ayrılmış oluruz. O yüzden adımlarımızı hızlandırarak tek hücreli bir canlı olan “amip”in yanına varalım. Varalım da yüce Allah’ın bu hayvancığa yönelik elini, üzerine dönük gözetimini ve hayatını düzenleyen duyarlı plânını büyüteç altına alalım:
Amip, minik gövdeli bir canlıdır. Göl kenarlarında ve bataklıklarda ya da akar suların taşıdığı taşlar üzerinde yaşar. Gözleri yoktur, “göz lekeleri” aracılığı ile görür. Kütlesi amarftur, yani ortamın şartlarına ve ihtiyaca göre biçim değiştirir. Hareket edince vücudundan bazı çıkıntılar uzar. Bu çıkıntıları ayak gibi kullanarak istediği yere doğru gider. Bu yüzden bu çıkıntılara “yalancı ayaklar” adı verilir. Besinini bulduğu zaman onu bu çıkıntıların biri ya da ikisi ile yakalar, üzerine sindirimi sağlayıcı bir salgı akıttıktan sonra besinin yararlı öğelerini emer, yararsız artıklarını vücudunun dışına atar. Bu minik canlı sudan aldığı oksijeni kullanır ve bütün vücudu ile solunumunu yapar.
Düşünelim ki, gözle görülmeyecek kadar küçücük olan bu minik canlı yaşıyor, hareket ediyor, besleniyor, solunum yapıyor ve besin artıklarını dışarıya atıyor. Gelişmesini tamamlayınca ikiye bölünüyor ve her iki bölümü de ayrı birer canlı oluyor.
Bitkilerin acayip yönleri insanlarda, hayvanlarda ve kuşlarda gördüğümüz acayipliklerden daha az şaşırtıcı, daha az hayranlık uyandırıcı değildir. Onlarda görülen ince ölçülü plân, diğer canlılardaki plândan daha az dikkat çekici ve daha az göze batıcı değildir. Kısacası, O herşeyi yaratmış ve bir ön tasarıya göre düzenlemiştir. (Furkân/2)
Şunu hemen belirtelim ki, bu plânlama ve tasarlama konusu anlattıklarımızdan daha önemli ve daha geniş kapsamlıdır. Şu evrenin küçük-büyük bütün hareketleri, bütün gelişmeleri, bütün akımları belirli bir plâna ve ön-tasarıya bağlıdır. Tarihteki her olayın, insan vicdanındaki her duygusal reaksiyonun ve yine insanın verdiği her nefesin bu belirli plânda ve ön-tasarıda yeri vardır. Şu verdiğimiz soluğun zamanı, yeri, şartları tümü ile plânlanmıştır. Bu nefes tıpkı büyük ve önemli olaylar gibi varlık düzeni ile ve evrenin genel hareketi ile ilişkilidir, evrensel uyum açısından hesaba katılmıştır.
Şu çöl ortasında yetişen ve tek başına duran ağaca bakalım. O da bu belirli plâna bağlı olarak orada duruyor ve yerden çıktığı andan beri varlık bütünü ile irtibatlı bir fonksiyonu yerine getiriyor. Şu yerde sürünen minik karınca, şu havada uçan kuş, şu suda yüzen tek hücreli canlı, plâna ve ön-tasarıya bağlılık açısından tıpkı büyük gezegen sistemleri ve iri gök cisimleri gibidirler.
Her şey zaman bakımından, yer bakımından, miktar bakımından, biçim bakımından plâna bağlıdır; bütün şartlar ve durumlar arasında uyum vardır. Meselâ Hz. Ya‘kûb’un, Hz. Yûsuf’un ve Bünyamin’in anası olan ikinci bir kadınla evlenmesi olayını düşünelim. Bu olay, ilk plânda sanıldığı gibi, kişisel ve bireysel bir olay değildi. Bir plâna bağlı olarak meydana gelmişti. Bu plânın aşamaları şöyle gelişecekti. Hz. Yûsuf’un kardeşleri kendisini kıskanacaklar, o’nu götürüp kuyuya atacaklar, fakat öldürmeyecekler, yoldan geçen bir kafile o’nu kuyudan çıkarıp Mısır’a götürüp satacak. Böylece Hz. Yûsuf başvezirin sarayında büyüyecek, başvezirin eşi o’nunla yatağını paylaşmak isteyecek, o bu baştan çıkarma girişimine pabuç bırakmayacak, zindana atılacak. Niçin? Orada kralın adamları ile tanışacak, onların rüyalarını yorumlayacak. Niçin? Öyle bir noktaya varılacak ki, bu soruya cevap verilemeyecek. Bazıları ısrarla soracaklar: Niçin? Ya Rabbi, niçin Hz. Yûsuf ızdırap çekiyor? Niçin bu peygamber, çektiği acıların etkisi ile gözlerini kaybediyor? Niçin masum Yûsuf bunca acıya katlanıyor? Niçin? Çeyrek yüzyıllık ızdırabın sonunda bu sorulara ilk cevap geliyor: Çünkü ilâhî plân, Hz. Yûsuf’u yedi kıtlık yılında Mısır halkının ve Mısır çevresindeki halkların beslenme sorumluluğunu üstlenmek üzere hazırlıyordu. Sonra niçin? Hz. Yûsuf ana-babasını ve kardeşlerini yanına alsın diye. Çünkü bu ailenin soyundan İsrâîloğulları türeyecek; Firavun, İsrâîloğulları’na baskı yapacak, sonra onların içinden Hz. Mûsâ çıkacak. Onun hayatında yine ilâhî plâna bağlı birçok gelişmeler olacak; arkasından günümüz dünyasının içinde yaşadığı, tüm dünya insanlarının hayat akışını etkileyen birçok olaylar, gelişmeler ve akımlar meydana gelecek.
Yine meselâ Hz. Ya‘kûb’un atası, Hz. İbrâhîm’in Mısırlı bir kadın olan Hacer ile evlenmesini düşünelim. Bu olay da ilk plânda sanıldığı gibi kişisel ve bireysel bir olay değildi. Tersine gerek bu olay ve gerekse Hz. İbrâhîm’in başından geçen diğer bazı olaylar o’nun ana yurdu olan Irak’tan ayrılarak Mısır’a gitmesine yol açtı. Orada Hacer ile evlendi. Bu eşinden oğlu İsmâîl dünyaya geldi. İsmâîl ve anası bugün Kâbe’nin bulunduğu yöreye yerleşti. Sonunda Hz. İbrâhîm’in soyundan bu yarımadada Hz. Muhammed dünyaya geldi. Bu yarımada İslâm’ın doğuşu için en elverişli ortam olarak belirdi. Tüm bunların sonunda bütün insanlık tarihinin en büyük olayı meydana geldi.
Her olayda, her başlangıçta, her sonda, her noktanın arkasında, her adımda, her değişiklikte, her yenilikte ipin uzak ucunun arkasında yüce Allah’ın plânı vardır. Yüce Allah’ın geçerli, geniş kapsamlı, ölçülü, duyarlı ve derin plânı.
İnsanlar bazan bu ipin yakın ucunu görürler, uzak ucunu göremezler. Bazan olayın başlangıç noktası ile sonucu arasındaki zaman insanların kısa ömürlerini aşar. Bu yüzden olayın plâna bağlı hikmetini göremezler. Bundan dolayı sabırsızlanırlar, “Şöyle olmalı, böyle olmalı” diye öneriler ileri sürerler. Kimi zaman da öfkeye kapılırlar, ileri-geri konuşurlar.
Oysa Yüce Allah bu Kur’ân’da insanlara öğretiyor ki, her şey ana plâna bağlıdır, insanlar her işi, tüm işlerin sahibine bırakmalıdırlar. Arkasından huzur ve güven için yüce Allah’ın plânı ile uyumlu ve ahenkli adımlarla yollarına devam etmelidirler. Bu plânın eşliğinde ve yoldaşlığında sağlam, güvenli ve sarsılmaz adımlar atmalıdırlar.
Yüce Allah, bu koca evrendeki her varlık biriminin hacmini, biçimini, fonksiyonunu, işini, zamanını, yerini, diğer varlıklarla uyumlu ilişkisini düzenlemiştir.
Gerek evrenin kendisinin ve gerekse evrende yer alan tüm varlıkların bileşimleri; insanı gerçekten hayrete düşürür, “rastlantı” düşüncesini kökünden çürütür. İnsanoğlunun bilgisi geliştikçe, evrenin yasalarına, işleyişine ve varlık birimlerine egemen olan uyumun yeni örneklerini keşfettikçe bu çarpıcı âyetin anlamını daha iyi anlıyor, onun kapsamını kavramaya çalışanın ufku biraz daha genişliyor. Tekrarlayalım: O her şeyi yaratmış ve bir ön tasarıya göre düzenlemiştir.
Bakın New York Bilimler Akademisi’nin eski başkanlarından A. Cressy Morrison İnsan Yalnız Değildir adlı eserinde ne diyor?
“İnsanı dehşete düşüren bir başka nokta, tabiatın bu günkü biçimde düzenlenmiş olması, bu düzenin bu kadar üstün bir inceliğe ermiş olmasıdır. Meselâ yer kabuğu şimdikinden bir kaç metre daha kalın olsaydı, karbondioksit’in oksijen atomlarından birini emecek, bunun sonucunda bitkilerin yaşaması mümkün olmayacaktı.
Eğer atmosfer, şimdikinden daha kalın olsaydı, atmosfer dışında yanan milyonlarca meteor, yerkürenin değişik yerlerine çarpacaktı. Bu meteorlar 6 mil ile 40 mil arasında değişen bir hızla düşerler. Bu durumda yanabilen her şeyi tutuşturabilirlerdi. Eğer bu meteorlar kurşun hızı ile düşseler yere çakılırlar ve bundan korkunç sonuçlar doğardı. Eğer kurşun hızından doksan kat daha hızla düşen bir meteor parçası insana çarparak geçse sadece ısı etkisi ile onu paramparça ederdi.
Atmosfer, gerektiği kadar kalındır. Bu ölçülü kalınlık, bitkilerin muhtaç oldukları kimyasal etkili ışınları sızdırmaya elverişlidir. Ayrıca mikropları öldürür ve besinlerin gelişmesine imkân verir. Üstelik eğer insan gereğinden daha uzun bir süre güneşte kalmazsa bu ışınlardan zarar görmez. Uzun yüzyıllardan beri yeryüzü, çoğu zehirli olan gazlar yaydığı hâlde hava kirlenmiyor, temiz kalabiliyor, insanın yaşaması için gerekli olan dengeli oranını koruyabiliyor. Bu büyük dengeyi yer kabuğunu saran su kütleleri, okyanuslar sağlıyor. Hayat, besin maddeleri, yağmurlar, yaşamaya uygun iklim, bitkiler ve son olarak insanın kendisi varlıklarını bu su kitlesine borçludurlar.”
Yazar, kitabının bir başka bölümünde şöyle diyor:
“Eğer havadaki oksijenin oranı şimdiki gibi % 21 değil de % 50, ya da daha yüksek olsaydı, dünyadaki bütün yanabilen maddeler her an tutuşabilirlerdi. O zaman çakan şimşekten çıkan ilk kıvılcım bir ağaca çarpsa bütün bir ormanı küle çevirirdi. Buna karşılık eğer havadaki oksijenin oranı % 10′a, ya da daha aşağıya düşse belki hayat, uzun yüzyıllar içinde kendini bu şartlara adapte ederdi, ama bu durumda şimdi insanın varlığına alıştığı uygarlık imkânlarının bir çoğundan, meselâ ateşten yoksun olurduk.”
Yazar, adı geçen eserinin üçüncü bölümünde ise şöyle diyor:
“Tabiatta ne hayret verici bir denge, bir denetim mekanizması vardır. Bu denge sert kabuklu hayvanların döneminden beri herhangi bir hayvan türünün dünyaya egemen olmasına meydan vermemiştir. Hiç bir hayvan türü ne kadar yırtıcı, ne kadar iri gövdeli ve ne kadar kurnaz olursa olsun dünyayı ele geçirememiştir. Yalnız insan bitkilerin ve hayvanların yaşama alanlarını değiştirerek bu doğal dengeyi bozmuştur. Fakat çok geçmeden hayvan, böcek ve bitki kaynaklı çeşitli afetlere uğrayarak bu yanlış uygulamanın ağır cezasını çekmiştir.”
Şimdi anlatacağımız olay, bu kuralların insan varlığı açısından ne kadar önemli olduklarının canlı örneğidir:
Birkaç yıl önce Avustralya’da erozyonu önleme amacı ile başka yerden getirtilen kaktüs türünde bir bitki geliştirildi. Fakat bu bitki türü o kadar hızlı bir şekilde yayıldı ki çok geçmeden tüm İngiltere’nin yüzölçümüne eş bir alanı kapladı. Şehirlilerin de, köylülerin de hayatlarını zorlaştırmaya başladı, ekinleri yok etti, tarıma darbe indirdi. Ama Avustralyalılar yine de bu bitkinin hızlı yayılışını önleyecek bir çare bulamadılar. Tüm Avustralya hiç bir engel tanımadan yayılışını sürdüren, bu yabancı kaynaklı başıboş bitki ordusunun istilâsına uğrama tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.
Bunun üzerine böcek uzmanları dünyanın çeşitli yerlerinde yaptıkları araştırmalar sonunda sadece bu kaktüs bitkisi üzerinde yaşayan, sırf onun yapraklarını yiyerek beslenen bir böcek buldular. Bu böcek hızlı ürüyordu. Aynı zamanda Avustralya’da, düşmanı olan bir başka böcek türü yoktu. Bu yüzden çok geçmeden söz konusu kaktüs türü bitkinin yayılmasını durdurdu. Arkasından kendi üremesi de yavaşladı. Günün birinde söz konusu kaktüs türü bitkinin, sürekli yayılışını önlemeye yetecek kadar az bir nesli kaldı.
Görüldüğü gibi tabiatta her zaman kurallar ve dengeler egemendir ve dengeler her zaman faydalıdır.
Sıtma hastalığının taşıyıcısı olan sivrisinek neden bütün dünyaya yayılmayı başaramadı? Oysa atalarımız ya onun aşıladığı hastalıktan ölüyor, ya da aşıladığı mikroba karşı bağışıklık kazanıyorlardı. Aynı soruyu sarı hummayı yayan sinek için sorabiliriz. Oysa bu sinek bir zamanlar o kadar kuzeye doğru ilerledi ki, bir mevsimde New York şehrine kadar sokulabilmişti. Soğuk bölgelerde sık rastlanan sinek türleri için de aynı sözü söyleyebiliriz. Niçin gece sineği asıl yurdu olan sıcak bölgeler dışında yaşayacak biçimde gelişerek insan türünü kökünden yok edebilecek bir etkinlik düzeyine erememiştir? Düne kadar insan koleranın, vebanın ve daha birçok öldürücü mikrobun karşısında herhangi bir koruyucu önlemden yoksundu. Koruyucu aşılardan tamamen habersiz bir câhillik dönemi yaşıyordu. Bütün bunları hatırladığı takdirde bu aleyhte faktörlere rağmen insan soyunun varlığının devam etmesinin gerçekten hayret verici bir olgu olduğunu anlamakta gecikmez.
Böceklerin, insanlar gibi akciğerleri yoktur. Solunumlarını borucuklar aracılığı ile gerçekleştirirler. Fakat böcekler gelişip vücutları irileşince söz konusu borucuklar irileşen vücutları oranındaki oksijen akışını sağlayamazlar. Bu yüzden tabiatta bir kaç santimden uzun böcek türüne rastlanmaz. Böceklerin kanatları da fazla uzamaz. İşte böceklerin organik yapılarının bu özellikleri ve solunum yollarının sınırlı fonksiyonu yüzünden iri gövdeli bir böcek türünün varlığı mümkün değildir. Bu sınırlı gelişmişlik düzeyi tüm böcek türlerini frenlemiş; onlara dünyaya egemen olma imkânı vermemiştir. Eğer bu doğal engel olmasaydı, yeryüzünde insan soyu var olamazdı. Arslan kadar iri bir eşek arısı ile ya da o kadar kocaman bir örümcek ile normal bir insanın karşılaştığını düşününüz. Acaba o insanın hâli nice olur?
Bunlar dışında hayvan fizyolojisinde öyle müthiş, öyle şaşırtıcı düzenlemeler var ki, pek az insan bunların farkındadır. Ama eğer bu düzenlemeler olmasaydı, hiç bir hayvan, hatta hiç bir bitki varlığını sürdüremezdi.
Görülüyor ki, insan bilgisi gün geçtikçe yüce Allah’ın yaratıklarına ilişkin tasarlayıcılığının hayret verici yeni bir belirtisini, evrene ilişkin ince bir düzenlemesini keşfediyor; böylece O’nun sevgili “kul”una indirdiği Kur’ân’da yer alan, O her şeyi yaratmış ve bir ön-tasarıya göre düzenlemiştir şeklindeki buyruğunun her gün yeni bir anlamını kavramaktadır.[2]
YAĞMURDAKİ ÖLÇÜ
O, gökten ölçüye bağlı olarak su indirmiştir. Onunla ölü bir bölgeyi canlandırdık. İşte siz de böyle çıkarılırsınız. (43:11)
Yağmur, Allah’ın insanlara en büyük hediyelerinden biridir. Allah yukarıdaki ayette yağmurun bir matematiği olduğunu, yağmurun rastgele değil, belli ölçülere bağlı olarak yağdığını anlatmaktadır. Yeryüzümüzde su; sıvı, gaz, katı halleri arasında mükemmel bir çevrim ile halden hale girmektedir. Bu çevrim sırasında su, çok harika bir şekilde enerji dengeleyici olarak iş gördüğü gibi tüm canlıların temel ihtiyacını da karşılamaktadır.
Beş yüz yıl önce yağmurla ilgilenen bir bilim adamına, “yağmurda ölçü var mı, yağmurun sayılarla ifade edilecek bir yönü var mı?” diye sorsaydınız hiçbir cevap alamazdınız. O dönemin insanları, Dünya’nın her yanında oluşan meteorolojik olaylardan haberdar olmadıkları için yeryüzüne düşen yağmur miktarı hakkında bir şey söylemeleri mümkün değildi. Oysa Kuran, 1400 yıl önceden yağmurun ölçüye bağlandığını haber vermektedir. Son yüzyılda yapılan araştırmalarla yağmurun nasıl yağdığı, Dünya’daki suyun çevrim özellikleri iyice anlaşıldı. Keşfedilen gerçeklerden biri de Dünya’ya her sene aynı miktarda suyun yağmur olarak yağdığıdır. Bu değer saniyede 16-17 milyon ton arasındadır. Böylelikle Dünya’da senede 500 trilyon tonun üzerinde yağmur yağmakta ve bir o kadar su da göğe doğru buharlaşmaktadır. Bu değerler her yıl sabittir. Yeryüzündeki ekolojik dengenin sağlanmasında bu değerin sabitliğinin rolü büyüktür. Günümüzden bir kaç yüzyıl önceki bir bilim adamı bile kendi yaşadığı bölgeye düşen yağmur miktarı her yıl değiştiği için, yağmurun bir ölçüye bağlı olduğunu bilemezdi. Büyük bir olasılıkla herhangi bir sayıyla yağmurun yağışı arasında hiçbir bağlantı olamayacağını söylerdi.
SUYUN ÇEVRİMİNDEKİ HESAPLAR
Yağmurun yağışında ve suyun çevriminde birçok karışık hesap iç içedir. Örneğin araştırmacılar hergün suyu ısıtan Güneş’e rağmen, tropik ozon tabakasının üst kısmındaki sıcaklığın neden hiçbir zaman 28 derecenin üstüne çıkmadığını merak ettiler. Sonunda şu ince ayarlama keşfedildi: Yalnızca su buharıyla soğuma olayı değil, bulutların gölgesi de özellikle sıcak bölgelerde ozon tabakasının iyice ısınmasını önlüyor… Bulut kümelerinin gölgesinde sıcaklık birden düşüyor. Bu yüzden yeryüzünün ısınmasını engelleyen doğal bir kalkan görevi görüyor. Su buharı aynı zamanda sera etkisi yapan bir gaz… Karbondioksit, metan ve diğer gazlarla birlikte Atmosfer’de gözle görülemeyen bir yalıtım katmanı oluşturuyor. Bu katman, normal şartlarda yerküreye düşen enerji ışınlarının tümünün, çok soğuk olan Uzay’da kaybolmasını önlüyor. Su buharı “doğal sera etkisinin” %60’ını, böylece yerkürenin -göreceli olarak- sıcak olan temel iklimini oluşturuyor. Tüm bu hesaplar yaşamın devamı için o kadar ince ayarlarla planlanmıştır ki komşu Venüs gezegeninin etrafında dönen sera bulutlarını incelersek bunu anlayabiliriz. Kalıcı yoğun bulutlar Venüs’ü öyle sarmıştır ki Güneş ışığının ancak yarısı gezegene ulaşabilir. %97’lik karbondioksit oranıyla burada süper-sera etkisi olmakta ve sıcaklık 500 dereceyi bulmaktadır. Bu sıcaklık insanların yaşayabileceği sıcaklık aralığının çok üzerindedir. Dünya’mızda suyun çevrimi; sıvı, bulut, su buharı gibi oluşumlarıyla o kadar ince ölçümlerle gerçekleştirilmektedir ki gezegenimiz ancak bu sayede yaşanabilir bir alan olmaktadır.
Bulut, su buharı şeklinde doğan, fakat hemen çok küçük su zerrelerine dönüşen fiziki bir yapıdır. Bu yüzden suyun genel özelliklerinden farklı olarak bulutlar –30 derecede bile donup düşmezler. Kuran’da dikkat çekildiği gibi gökyüzünde dağlar gibi bulutlar vardır, ama şiddetli soğuklar bile bunların buzdağına dönüşüp insanların üzerine düşmelerine sebep olmamaktadır. Bulutların ve yağmurun oluşumundaki ince düzenleme olmasaydı, suyu Yaratan suyun kimyasal özelliklerindeki ölçüleri gereği gibi ayarlamasaydı, hiç şüphesiz bu sistemin işlemesi mümkün olmazdı.
Balkondan aşağı bir kaç kiloluk bir cismi bile attığımızda nasıl düştüğünü görmekteyiz. Su dolu bir leğeni alıp balkondan aşağı boşaltsak toplu bir halde ve hızlı bir şekilde suyun nasıl zemine çarptığını görürüz. Oysa Allah, dağlar gibi bulutlardan tonlarca suyun yeryüzüne yağışını o kadar mükemmel şekilde programlamıştır ki; tane tane yağan yağmur bela değil, rahmet olmaktadır. Kaldırma kuvvetinin dengelemesi ile yağmur yumuşak bir iniş yapmaktadır. Bu, Allah’ın fizik kurallarıyla yarattığı harika bir sanatıdır. Düşmenin ve hızın bu şekilde dengelenmesi fiziksel formüllerle de tarif edilebilir. Bu tarif edilebilirlik, bu hesaplanmışlık, hep Allah’ın yağmuru ölçülere bağlı yaratması ile olmuştur.
YAĞMUR HAYATTIR
İncelediğimiz ayetin devamında Allah, yağmurun ölü bir bölgeyi canlandırmasından bahsetmektedir. Bilindiği gibi yağmurun yağışı sayesinde kuru topraklar ekin vermekte, bitkiler var olabilmektedir. Canlılığın temel maddesi DNA’dır. Canlılığın sürekliliğini sağlayan, DNA’daki glisant hidrojen denen hidrojen köprüsüdür ki sık sık değişerek yeni bağlar kurar ve canlılığı aktarır. İşte bu hidrojen, yalnız suyun iyonlara ayrılışı sırasında ortaya çıkan hidrojenle değiştirilmektedir. Susuz kalmış bir canlı, DNA’sını ve genetik şifresini kalıp halinde korusa bile, donmuş bir iskelet gibidir. Ne üreyebilir, ne de kımıldayabilir. Su gelip, ayrılan iyonlarından hidrojeni verdi mi canlı şifre harekete geçebilir. Bu özellikler mikrop gibi canlılarda görülür. Daha gelişmiş canlılar doku düzeyleri susuzluktan bozulduğunda, yeni su gelse de canlılıklarını bir daha kazanamazlar. Yağmur her şekilde bitkilerin ve bakterilerin canlanma kaynağı olmaktadır.
Tüm bunlardan sonra dikkatlerimizi ayetin üçüncü cümlesindeki “İşte siz de böyle çıkarılırsınız” ifadesine çevirelim. Tüm bu incelemelerimizle beraber ayetin bizim zihnimizde çağrıştırdıkları şöyledir: Allah çok ince hesaplarla, belirlenmiş bir ölçüyle yağmur yağdırmaktadır. Bu yağmur sayesinde ölmek üzere olan bitkiler, bakteriler canlanmakta, hayat bulmaktadır. Herşeyin ölçüsünü, hesabını bu kadar iyi bilen Allah için ölen insanın yeniden yaratılması çok kolaydır. Ölçülerle belirlediği yağmurla, bitki ve bakterileri canlandıracak sistemi yaratan Allah, kendi katındaki ölçü ve bilgilere bağlı olarak insanı da yeniden yaratacaktır. Yağmurun yağışı sonucunda kuru, ölü topraktan bitkilerin fışkırması gözümüzün gördüğü bir süreçtir. Bu gördüklerimiz, Yaratıcımız için ölüyü diriltmenin, yarattığını bir daha yaratmanın, ölçüsünü, hesabını, formülünü bildiğini yeniden tekrar etmenin ne kadar kolay olduğunun delilleridir.[3]