Zanka

O. Selim Kocahanoğlu

Facebook


O. Selim Kocahanoğlu

▪Toplumları ve bireyleri anlaşmazlığa düşüren en önemli etken zihniyet ve "dil" sorunudur. Her devrim dil açısından yeni bir anlamlandırma ve kavramlaştırma içerir. Yazıldığı dönemin kavram ve mantığı ile içselleşen (toplumsallaşan) olgular, ancak o dönemin diliyle algılanır/anlamlandırılır. Dil ve kavramlar soyut, karmaşık, sembolik ve şematik bir iletişim sürecini ifade eder. İnsanların dünya görüşü, inançları, hayata bakışı, kültür ile medeniyet anlayışı iletilen mesajla anlam kazanır.
▪Kelime ve kavramlar akıldan geçenlerin, niyet ve kararların, bilinçaltı göstergeleridir. Sözcük ve kavramlar aynı fiziksel ve toplumsal ortam içinde farklı algılama ve çağrışım yaratıyorsa, konuşan ile dinleyen farklı şeyleri söylemiş ve anlamış olurlar. Dil işlevini sözcük ve kavramlarla yapar; uygarlık da dile dayalı iletişim olmadan düşünülemez. İnsanlar duyduğu sözleri, yaşadığı olayları hiç farkında olmadan zihinsel şemalarla algılayıp hafızaya kaydeder. Şema denilen şey; nesne ve olayların zihinde temsil edildiği ve toplumun paylaştığı yapıdır. Paylaşımı toplumun kültürü sağlar. Farklı kültürde yetişenlerin iletişim zorluğu sade dillerinden değil, aynı zamanda zihinsel şemaların farklı oluşundan ileri gelir.
▪Sözcük ve kavramların bir yaşama süreci vardır; her sözcük doğar, dolaşır, düşünüş şekillerimizi oluşturur, zihnimizde nirengi noktaları bulduktan sonra yeni kavramlar tarafından geçersiz kılınır. Düşünce, sözcüklerden önce zihinde canlanır, fakat eşyanın bulunduğu durum veya olgularla örtüşüp örtüşmediğine bağlı olarak doğru ya da yanlış anlam kazanır. Belli bakış açısıyla tanımlanan olgular, doğru algılanamıyorsa gerçekliği ifade etmez.
▪Zihnimize giren her yeni bilgi nasıl yeni algılama biçimleriyle bilgiyi kullanmada zihinsel beceri kazandırırsa; öğrenme, karar verme ufkumuzu da geliştirir. Dil, yalnız sözcük sisteminden ibaret olmayıp, kendine has ruhu, algılama ve çözümleme biçimleri vardır. Toplum dil aracılığıyla belli başlı düşünce kalıplarını da kabul ettirir.
▪Toplumsal realite asırlar öncesinin dinsel/geleneksel paradigması ile algılanıyorsa olgu da o mantık süzgeciyle canlanır. Leibniz'e göre, toplum dili yaratırken dil de toplumu üretir; zihnin aynası olan kelimeler ne kadar kullanışlı, açık ve anlaşılır olursa zihin de o kadar iyi işler, daha kolay düşünce yaratır. Bir dilin yeni düşünceler elde etmeye elverişli olması, kelimelerin doğru çağrışım yaptırabilmesine bağlıdır.
▪ Harf Devriminin kökeni, Maarif Nazırı Münif Paşa'nın Encümen-i Daniş Layihasına ve Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'nın çalışmalarına kadar uzanır. Münif Paşa Alfabe'nin yeniden düzenlenmesi; halka ulaştırılması, yani kamulaştırılmasını istemiştir. Türkçe’nin Arapça ve Farsçadan arındırılması, ilk defa Münif Paşa (1828-1894) tarafından gündeme getirilmiştir (1851). Ona göre: " Batı lisanlarında 30 harf yeterli iken, bizde sadece "nesih" yazının tertibi için en az 500 harfin kullanılması icap etmektedir." Hoca Tahsin Efendi de Arap harflerinin cehaleti artırıp eğitimi zorlaştırdığını, "memalik-i Şarkiyye'nin noksan temeddününün başlıca sebebi" olduğunu ileri sürmüştür.
▪Osmanlıca, halkın konuştuğu değil, Enderun mektebinin bürokrasi için yarattığı kitabet / yazışma dilidir. Kanun-u Esasi'ye (1876) göre resmi dil Türkçeydi, Meclis müzakeresi Türkçe yapılır, Türkçe bilmeyenler mebus saçilemezdi. Buna rağmen dinin dili Arapça, edebiyatın dili Farsçaydı. Batı'da milli diller bilim dili olduğu halde, medreseler Arapça, Enderun Osmanlıca denilen sentetik dili kullanırdı.
▪Osmanlıca, aslında eş anlamlı sözcükler diliydi, her nesne ve kavram için Türkçe, Arapça, Farsça üç ayrı sözcük kullanılırdı. "Güneş- şems- afitap ve hurşid", "ay-kamer-mah", "yıldız-necm-sitare", "gün-yevm-ruz", "gece-leyl-şeb", göz-basar-dide", "el-yed-dest" vs. Osmanlı aydınının bağışlanmaz yanlışı, Arapça Farsça sözcükler alırken onun gramerini de almasıdır. "Mekteb" sözcüğünü alıyor ama "mektepler" diyemiyor, "mekatib" diyor? Kitabı alıyor ama kitap(lar) değil kütüp diyor. Zabit diyor da zabit(ler) diyemeyip zabitan diyor…
▪Lisan /dil bir milletin ruhunun aynası olduğu halde, Osmanlıcanın teşbihleri, telmih ve istiareleri anlam ve algılama karmaşası yaratırdı. Ağaoğlu'na göre, "...zavallı Türkçe yabancı istiareler içine sürüklenirken kendini kaybedip başkasının ruhunu yaşamış, kendine biçilmemiş bir elbiseye girmiştir. Bu zavallı millet, esaret ve zillet altında asırlarca başka milletlerin tantanalı fakat içi boş, parlak fakat çürük üsluplarına kapılıp benliğini kaybetmiştir…"
▪Arap harfleri Türkçe için elverişli bir yazı değildi. Bu alfabenin lüzumundan fazla konsonant kalabalığı vardı. Vokal işaretleri ise Türkçenin zengin vokal sistemini karşılamıyordu. Birçok harfin şekilleri ve gövdeleri aynı olup sadece noktaları ile birbirinden ayrılır. Harflerin bazıları sondan bitişmezler. Bu yüzden kelimeler ortalardan bölünür ve yazı içinde şekil bütünlüğü sağlamazlar. Büyük harf küçük harf gibi belirtici unsurları da yok. Bu kusurlardan bazıları Arap alfabesinin kullanışlı bir alfabe olmadığını gösterecek kadar büyüktür…"
▪ Türkçe medreselere 2. Meşrutiyette girdi. Enver Paşa'nın Huruf-u Munfasıla harfleri de bu arayışın ürünüydü. Ama savaş içinde uygulanamadı Harf devrimini bizden önce Arnavutlar yaparak Arap harflerinden kurtuldular. Dini bir sakınca olup olmadığı konusunda bir fetva istediler (1908). Verilen fetvanın özü: “Kur'an Arap harfleri dışında bir alfabe ile yazılamaz. Her Müslümanın Kur'an bilmesi zorunludur. Latin harflerini almak demek, Müslümanları dinen öğrenmek zorunda oldukları Arapçadan uzaklaştırmak demektir.”
▪Arnavutlar, bu fetvayı dikkate almadılar. Medrese uleması modernitenin zihinsel formlarını algılama aczine düştüğü gibi harf devrimini de algılayamadı. Harf devrimi, Türkçeyi “üç lisandan mürekkep Lisan-ı Osmani” olmaktan çıkarıp Arap kültüründen kurtulma amaçlı bir zihniyet devrimiydi: Edebiyat-ı Cedide romanında bulut denmez “sehap” denirdi. Güneş denmez “şems” denirdi. Ay denmez “mah” denirdi. "Akl-ı selim" yerine “sağduyu” gelince daha mı kötü oldu?
▪Hukuktan tıbba, eğitimden ekonomiye, sanat ve kültürden bilim ve sosyal yaşama kadar, medresenin karşı çıkmadığı hiçbir yenilik olmadığı gibi, Latin harflerine de karşı çıktı. Bir toplumun dil, kültür -sanat ve estetik dünyası dinle algılanınca tartışmak da imkansızlaşır. Kur'an Arapça yazıldığı için harfleri de kutsanır, duvara asılı bir beyit Kur'an âyeti sanılır, yerdeki gazete parçası harfleri nedeniyle duvar deliğine sokulurdu. Arap harfli bir parçayı yere atmak, çiğnemek, yırtmak küfürdür. Resim günah sayıldığı için resim asılan odaya melekler girmez diyerek Mekke ve Medine dışında evlere manzara asılamazdı.Hilmi Ziya Ülken bu zihin dokusunu anlatır:
▪ ".... Rıkadan talike, oradan sülüse atlamış; bu kıvrılışlar, bu baygın çizgiler, bu narin elifler, bu büyük kavislerle dönen lâmlar, nunlar; bir rakkase gibi göğsünü kabartan ve eteklerini havalandıran “sat” harfleri, insan vücudunun tükenmez sırlarını bilincine doldurmuş; hatt levhalarına dalmayı hayatının gizli şehveti yapmıştı. Bir gün Sahaflar'da Ahmet Refik'in okkaya verilmiş bir kitabında, Yunan ilahelerinin büyüleyici resimlerini gördü… Gözlerin canlılığı, yüz çizgilerinin manası, omuz ve bacakların kıvrılışı, bütün hayatı ve arzuyu ifade eden hatlar ruhunu doldurunca, odasındaki kara çizgiler, onların hücumu karşısında karıncalar gibi kenara sindiler. Harflerin yerini artık insanlar ve eşya aldı. Onlara vecd içinde sarılan düşünceyle mesafesi gittikçe açıldı; bir tarikat şeyhini değil Şeytan'ı rehber edinmiş gibiydi. Hayatının sonraki yıllarını ışık ve renk dünyasının güzelliklerini, tunç ve mermeri yontan heykeltraşlar ve ressam tablolarını seyirle geçirdi. Medrese artık modernizme yenilmişti..!
▪Kutsallık harflere kadar inince, Harf Devrimi de bilim ve akıl meselesi olmaktan çıkar. Osmanlı düşüncesinin modern bilgiye ulaşım kanalı Tanzimatla dönüşmeye başlayınca, geleneksel bilgideki teorik bilinç de nesnel gerçekliğin kavramlarını algılama zorluğuna düşer. Yeni olguların anlam ve içeriğini kavrayamaz; kendine anlam yüklenen kavramlar, bağlam ve içeriğinden soyutlanınca anlamsızlaşır, zihni çağrıştıran olgunun hangi kavramın karşılığı olduğu bilinemez olur. Bir olgunun doğru kavrandığını anlamanın en iyi yolu, kullanılan kavramın hangi kavramın zıddı veya benzeri olduğunu kestirmektir.
▪ Zihin karmaşasının mantık ve dil değişikliği gibi iki nedeni vardır: Ögelerini durmadan değiştiren doğa yasalarına kelime ve kavramlar da bağlıdır, aynı kelimeler farklı anlayış yaratır. Örnek: Ağaç, kuş ve tavşan kelimelerinde anlaşmazlığa düşülmez, nesneler zamanla değişmediği için algılama da değişmez. Ancak devlet, demokrasi, ahlak ve laiklik gibi soyut sözcükler zamanla yeni anlamlar kazanmıştır. Devlet deyince, ortaçağ sitelerini değil günümüz devletini anlarız; günümüz devletini anlamak için modern toplum ve bireyi anlamamız gerekir. Demokrasi modern toplum üzerinden değil, kabile/ aşiret / padişah / krallık üzerinden algılanırsa, olgu kavranamaz. Demokrasi, sadece oy verme olmayıp, rasyonel ve bilinçli yurttaşın yönetimi demektir. İslam ve Osmanlı tarihinin hiçbir döneminde, demokrasi olgusu ne algılanmış ne yaşanmıştır. Medresenin "şura" ve "meşveret" sözcükleri bunun karşılığı değildir.
▪Tanpınar’ın medeniyet krızi dediği de dinsel kavramlara koşullanmış bilinç yapılarının moderniteyi algılama aczidir. Vahiy dinleriyle gelen kavramlar kök anlamları dışında başka anlamlar kazanmıştır. Olgunun özünü karşılamayan kavramlar modern veya geleneksel zihinlerde başka çağrışım yapar, farklı kültürler farklı realiteler yaratır.(*)
OSK/ 3 KASIM 2019
(*) Bu metne ait 19 akademik dipnotu burada veremediğim için üzgünüm. Aşağıdaki karikatür Ramiz Gökçe'nin 13 Ağustos 1928 tarihli Akbaba dergisinden.
- Arap harfleri saltanattaki yerinize...



Bu içeriğe emoji ile tepki ver
3