İnsanlık tarihi boyunca eskiden yeniye, kötüden iyiye ve ileriye gidişi ifade eden modernleşme, devletin din öncelikli ontolojik varlığının, mutlak belirleyiciliğini kaybedip seküler/laik yurttaşlar toplumuna evrilmesi diye tanımlanabilir.
Bu bağlamda sadece Batı modernizmi hiç kimseyi örnek almadan, kendi dinamikleriyle kendini üretmiştir. Sekülerlik/laiklikten kastedilen ise, olay ve olguları dünyanın epistemik bilgisiyle anlama ve akla dayalı bilincin yaratılmasıdır. Akıl dediğimiz meleke, insanın kafasındaki dağınık bilgileri tasnif ederek doğruyu anlama ve kanıtlama güçlerinin tümünü ifade eder.
▪Batı dünyası, geleneği yıkarak modernleşirken; bizdeki modernleşmenin başlangıcı sayılan Tanzimat Fermanı, kurucu eleman olarak “gelenek- örf” ve “Şeriatı” esas almıştır. Osmanlı modernizminin en keskin paradoksu da burada başlamıştır. Nerede başlayıp nerede bittiği, neyin “şeriat” neyin dine dayandığı meçhul olan bu sosyo- kültürel alana da "muhafazakarlık" denilmiştir.
▪ Muhafaza-kârlık, tutuculuktan, radikal köktenciliğe kadar uzanan, iyisi kötüsü, yararlısı- zararlısı ayırılmadan, hangi kavramın ne anlama geldiği belirsiz bir fikir yelpazesidir. Bir ideoloji mi, eğilim mi davranış mı olduğu halen tartışmalı bir kavramdır.. Şöyle de söylenebilir. Kökü eskilere uzanan dinsel / kültürel formlara ve referanslara müdahale eden her reform ve kavrama direnişin adı muhafazakarlık olmuştur.
▪Max Weber modern tarihin en büyük değişim hamlesi olarak rasyonalizmi görür. Ona göre rasyonalizm insanlık tarihinde nadiren rastlanmış bir olaydır. Üçyüz sene içten içe kendisiyle hesaplaşan Batı toplumları geleneksel yapıları dönüştürerek, yeni davranış ve bilgi kalıpları oluşturarak kendini yaratmıştır. Newton’la başlayan bilimsel devrim; devlet modelini demokrasiye dönüştüren siyasal devrim; laik/seküler düşünceyi ifade eden kültürel devrim; aletten makineye geçişi sağlayan teknik devrim...
▪Ortaya çıkan bu olguların bütünü literatürde Modernite kavramıyla ifade edilir. Moderniteyi bazıları matbaanın icadıyla (1436), bazıları Luther’in kilise otoritesine isyanıyla (1520), bazıları Otuz Yıl Savaşlarıyla (1648), başlatır. Habermas ise, Fransız devriminin sosyal ideallerini felsefi planda evrensel standartlara ulaştırmasını modernitenin başlangıcı sayar. Rasyonalizmin en belirgin özelliği, ruhban kültürünü kendi alanına itip yeni bir kültür yaratması, aklın dilini çözüp düşünceyi serbest bırakmasıdır.
▪Batı muhafazakarlığı artık batıl inanç ve hurafelerden kurtulup akılcı temele oturarak, güncelle yani dünyamızla barışmıştır. Bu nedenle Batı muhafazakarlığı, "rasyonelleşmiş gelenekçilik" veya "akıllı tutuculuk" diye nitelenebilir. Din otoritesine dayalı bizdeki İslamcılık denilen ortodoksiye gelince, kendi dogmatizmine aykırı tüm görüşleri sapkınlık sayarak, daha işin başında arkaik düşünce ve yaşam biçimleriyle insanın doğal kapasitesini sınırlamıştır. Bu kültür işlevsel akıl ve rasyonalite ile buluşamayınca, hedefine de ileriyi geride arama paradoksunu koyunca, modernizmi de şeytan icadı olarak görecektir..
▪Bizdeki muhafazakarlık ile Batı modernizmi arasındaki en derin paradoks, dünyevi olan epistemik alana, birbiriyle çatışan kavramlar üzerinden bakmasıdır. İslamcı gelenek insan varlığını veya aklını daha baştan (doğasından/ yaratılışından) zaafiyete düşürerek, bu eksikliğin dünyevi/ seküler aklın ürettiği değerlerle giderilemiyeceğini iddia etmiştir. Sadece modernizmi değil en basit zihinsel normalleşmeyi bile reddedip, dünyevileşmeyi insanın içgüdülere dayalı sapkınlığı görmüştür. En basitinden söyleyelim; medrese öğretili bu kültür daha erkeğin yüzündeki kadının başındaki "kıl" problemini bile çözememiştir.
▪ Bunun zihinsel izahı hem çok etkenli hem derinlerdedir.. İslamiyet daha oluşum sürecinde ve ilerisinde, Yahudi ve müşriklerle polemiğe girerek onları nankörler (kafir) diye niteleyip/öteleyip cehennem azabıyla tehdit etmiştir. Kur'anın 41 ayrı yerinde doğrudan veya dolaylı olarak Yahudiler ve İsrailoğulları ötelenmiştir. Yani müminler, dini çürük ırzı kırık o kafirler gibi dünya hayatına dalıp ahireti unutmayacaklar...
▪Kendi tarihsel ve sosyo kültürel deneyiminden kendi kavramlarını ve entelektüel birikimini üretemeyen toplumlar/ İslam dünyası, geleneksel/dinsel paradigmadan kurtulamaz. Bu nedenle Batı akıl Doğu tefekkür, Batı bilim Doğu gelenek olarak kalacaktır. Görünen budur, sanırım değişmeyecek olan da budur. Paradigma, bir durumu, bir varlığı, bir süreci anlamak için, etkisel ve tepkisel tüm faktörleri kategorize eden dünya görüşünün kavramsal ve epistemik çerçevesidir. Yani verili zihin yapısına sahip toplumlardaki grup üyelerinin değer ve inançlarının bütünü, bilim adamları ve düşünürlerin benimsedikleri dünya görüşüdür.
▪Konuyu bağlayalım: Kendi felsefesini, kendi kavramlarını üretemeyen toplumların muhafazakarlık dediği, gelenek dediği, İslamcılık dediği ( medrese öğretisi veya Hurma kültürü) bilinç yapısı, en sonunda Freud analizlerine takılınca, en sonunda karşımıza kültürel şizofreni denilen, kangren olmuş gerici bir zihin yapısı çıkar...
▪Bıkıp usanmadan ileriyi geride arayan bu küflenmiş zihinsel yapı, tarih bir Mustafa Kemal daha doğurmayacağına göre; kendi sefaletini göre göre, uygarlığın altında ezile ezile gerici serüvenine devam edecektir..Uygarlık Mars'a gidedursun, ikisi arasındaki mesafe, uzay boşluğu kadar kapanmayacak bir derinliğe tekabül etmektedir. ?!.