Walter J. Ong’un Sözlü ve Yazılı Kültür Eseri Değerlendirmesi:
Yazı, sözün soyutluğu dolayısıyla daha kalıcıdır. Sözün akılda kalması onun ritmik olması, şiirselliği gibi farklı etkenlere bağlı olsa da yazı “başlı başlına bir olay, bir eylemdir.” Sesin soyutluğu ve kalıcı olması için bağlı olduğu kurallar insanın ses üzerindeki hakimiyetini kısıtlar. Bütün bunlara rağmen ses, sözlü kültürün en önemli parçasını oluşturur ve adlar olmadan nesnenin insan zihninde bir varlığa bürünmesi veya anlam kazanması zordur. Öyle ki herhangi bir alanda uzmanlaşmak için ad hazinesine sahip olmak gerekir.
Sözlü kültürde bilginin kanıtlanabilirliği görece daha azdır. Örneğin destanlar, efsaneler, masallar, mitolojik varlıklar veya olaylar çoğunlukla sözlü kültürün öğeleridir. İçerisinde gerçeğin içinden bakıldığında mistik ve hayâl ürünü olaylar ve olgular gerçekle harmanlanmış bir şekilde görünür. Bunun bir nedeni de sözlü geleneğin somut olmaması dolayısıyla zamana ve kişiye bağlı olarak değiştirilip, dönüştürülmüş olmasıdır.
Sözlü kültürde “ve” yazılı kültüre geçiş sürecinin başlarında düşüncenin aktarımına “ve” onun akıcılığına dair bazı karşılaştırmalarının yapıldığı bu bölümde başta sözün yazıya aktarılmasına “ve” aksaklıklarına değinilmiştir. Tıpkı bu cümlede olduğu gibi bağlaçların aynılığı ve sık kullanılması ya da cümlenin uzunluğu akıcı bir aktarımın yapılmasına engel olmuştur.
-eğer sözlü ve yazılı kültür zamanla gelişen, dinamik ve devinimli bir süreç ise- dönemsel olarak sözlü kültür devrine yakınlığı sebebiyle İncil’in oluşma süreci bugünden bakıldığında aktarma açısından çokça aksaklıkla doludur. Yine doğru veya yanlış olması fark etmeksizin bir sözün sürekli tekrarı sözün gerçek anlamının önemini yitirmesine yol açmaktadır. Olumlu olan yanı ise sözlü kültürün kalıcılığı örneğin ritimle olduğu için konuşanın hitabetini geliştirmesini sağlar. Böylece oluşan ahenk alıcının zihninde sözün kalıcılığını arttırır. Yazılı kültürün ortaya çıkışıyla birlikte ise sözlü kültürün anlatıcılarına olan ihtiyaç ortadan kalkmıştır.
Yine bir karşılaştırma yaparak şunu söyleyebilirim ki: sözlü kültürde kısıtlılık söz konusu olduğu için anlatılan kadarın bilinmesine karşın yazılı kültürde dünyanın öbür ucundaki bilgiye istenildiği zaman ulaşılabilmesi yazının avantajı sayılabilir.
Sözlü kültürde farazi bir nesnenin, bir yerin ya da bir olayın bir mücadeleyle akılda kalması ya da o “şeyin” akılda yer etmesi için çeşitli büyük sebeplere ihtiyaç duyması, tiyatro ve dizi oyunculuğu arasındaki önemli bir farkı bana anımsattı. Sözgelimi gün içinde yaptığım uyanma, kahvaltı yapma, ders çalışma gibi ritüeller, sonrasında hatırlamayacağım durumlar iken başka bir gün yaşadığım olağandışı durumun daha çok aklımda kalması sözlü anlatımın güçlü yanlarından biri olsa gerek. Tiyatro çoğunlukla sahnede sergilenen ve televizyon dizilerine nazaran daha uzaktan seyredilen bir tür olduğu için oyuncuların mimiklerinin daha belirgin, tiratlarının daha yüksek sesle olduğunu gözleriz. Dizilerde ise bu durum tam tersidir.
Sözlü kültürle ortaya çıkmış efsaneler, mistik öğeler anlatıcıların abartılı tavırları ya da sesleri sebebiyle nispeten akılda kalıcı ve kolay anımsanabilirken belki de aynı sözleri okumak duygudaşlığı azaltır, unutulmasını kolaylaştırır. Burada dinleyen ile okuyucu arasındaki fark belirginleşir. Dinleyici anlatılan hikâyenin içinde kendini bulup soyutlanırken, okuyucu gerçeği bilerek yalnızca belirli sınırlar içerisinde gerçeklikten uzaklaşabilir. Tıpkı bu yazıyı, yazarken dikkat ettiğim doğru vurgularla ve hissettiklerimle size sesli okumam ile şu an sizin bu yazıyı benim yazarken içinde bulunduğum ruhtan bağımsız okuyor olmanız gibi.