Bir yaz sabahı uykumdan uyandırıldığımda babamın kaza geçirdiğini söylediler!
Hızlıca hastaneye gittik. İçeriye girdiğimiz anda herkes sanki sözleşmiş gibi aynı anda gözlerini usulca bizden kaçırdı ve bir şeylerle meşgul olmak için kendilerine alelacele bir iş ürettiler. Bunu anladım, anlamak istemediğim şey ise babamın çoktan ölmüş olduğuydu. Doktor geldi ve herkes rahatladı. Zaten olmayan işlerini bırakıp doktoru ve bizi dinlemeye başladılar. Doktor olan biteni sakin sakin anlattıktan sonra babamın öldüğünü söylediğinde annem ağlamaya başladı. Bense ağlamıyordum, hayır, bunu anneme destek olmanın görev bilinciyle başarmadım, aksine ağlamak hem de sonsuza kadar ağlamak istiyordum. Ama ağlayamadım, onun yerine öylece etrafa baktım ve kısık bir sesle şunları söyledim: Şimdi ne olacak?
O gün ağlayan insanlar gördüm, ertesi gün cenazede ağlayan insanlar gördüm ve geçip giden günler içinde bambaşka konularda bambaşka ağlayan insanlar gördüm. Bazen beceriksizce girişimlerim oldu, bir keresinde neredeyse gözümden yaş getirmeyi bile başarmıştım ama gerisi gelmedi hatta çaresizlik akan bir kahkahayla bitti.
**************
Burhaniye’de yazlar sıcak ve kalabalık, kışlar ise soğuk ve yalnız geçer ve siz iflah olmaz bir romantikseniz en görkemli yükselişi de düşüşü de burada yaşarsınız.
O yaz her zamankinden sıcak ve kalabalıktı. Ölümle başlayan yaz, bir aşk hikâyesi, bir darbe girişimi ve kırık iki kalp ile bitmişti. Ben hala ağlayamamıştım.
Yaşanan hiçbir şeye anlam veremediğim ve ağlayamadığım günler geçip giderken düşüşüm de aynı hızla devam ediyordu. Bazen bu yalnızlığın ve çaresizliğin büyük bir sorun olmadığına kendimi inandırır, birkaç biranın hafif sarhoşluğunda uykuya dalar günlerimi geçirirdim. Bazen ansızın umut denen illüzyona kendimi kaptırır büyük bir heyecanla güne başlar, bu dünyaya anlamlı bir şeyler katmak için bir şeyler yapmaya çalışır ve her şeyi çözeceğine inandığım aşkı aramaya çıkardım. Ağlayamamanın huzursuzluğu ve umut içinde günler öylece geçip giderken bu şehirde daha fazla düşecek yerin kalmadığını anlamıştım. Sanki elimle dokunduğum her şey sonsuz bir mutsuzluk ihtimaline dönüşüyordu. Ben de Ankara’ya gittim.
**************
Ankara’yı çok sevdim, sonsuz mutsuzluk çarpı soğuk çarpı yalnızlık. Bu kalabalık olmayan kalabalık şehirde bir tane bile anlatacak hikâye yaşamadım, yaşayamadım. Tam 3 ay, her günü bir önceki günün kopyası gibi yaşıyordum: uyan, nefes al, bir şeyler ye, sokaklarda yürü, içecek bir yer bul, sarhoş ol, eve dön ve uyu. Artık düşmüyordum bile. O zaman, aylar önce kısık sesle sorduğum soruyu sesimi yükselterek ve biraz daha genişleterek sordum: Asıl şimdi ne olacak?
**************
Bahar ayları Burhaniye’yi canlandırırken yine aynı yerde aynı aptallıkla bir şeyler olacağını umut ederek şehre ayak bastım. İlerleyen günlerde iş bulacak, her şeyi toparlayacaktım.
1 Mayıs İşçi Günü’nde, bir esnaf lokantasında bir garson işçisi olarak işe başladım. Bununla ilgili hiçbir derdim yoktu, sadece diyordum sadece, her şey böyle mi olacaktı?
Hayat bazen bazı tesadüfler ile bize bir şeyler anlatır. Bazen bunu anlar bazen anlamayız. Beni ölümün ucundan hayata bağlayan 48 saatlik o tesadüf, ilk olarak Cumartesi saat 13.00’te başlayacaktı.
Cumartesi 13.00 (1. saat): Lokantaya gelen siparişin paket servisi için verilen adrese gittim. Bağlarımızın kopuk ve aramızın bozuk olduğu akrabamız Fatma Hanım siparişi veren kişiydi. Beni görünce yanındaki kişiyle konuşmasını yarıda bıraktı önce. Beni süzdü. Gülümsedi. Sonra yanındaki kişiye dönerek ailem ve benimle alay eden üstü kapalı konuşmalar yaptı. Her sözü kalbime bir bıçak gibi saplandı, ellerim titremeye, vücudum terlemeye başladı. Kısık bir sesle başka isteğinin olup olmadığını sordum. Eliyle bana çıkabilirsin işareti yaptı. Sokağa fırladım. İşte şimdi tam zamanı dedim, lütfen, şimdi ağlamalıyım. Ağlamadım. Motoruma atladım. Frene hiç basmadan eve sürdüm. Ya şimdi aynı babam gibi bu motorda öleceğim ya da eve ulaşacağım. Ölmedim. Ağlamadım da. Odama çıkıp öfke patlamaları içinde bavulumu topladım. Annem telaşla ne olduğunu sordu: İstanbul’a gidiyorum dedim.
Pazar 13.00 (24. saat): 2 sene sonra tekrar İstanbul’daydım. Gün boyunca en sevdiğim yerlerde dolaştım. Akşam, yanında kaldığım arkadaşım sevinçle sana iş buldum dedi, yarın öğlen görüşeceksin.
Pazartesi 13.00 (48. saat): İş görüşmesi olumlu geçmişti. Derin bir nefes aldım. Asıl işime yeniden başlayacaktım. Ertesi gün işe başlamam üzere anlaştık. Dışarı çıktım. Çalışacağım binaya şöyle bir baktım. Binanın üzerindeki küçük bir tabelada bulunduğu sokağın ismi yazıyordu: Fatma Sokağı. Gülümsedim.
**************
Aylar ve yıllar geçti. 2021 yılına çok az kaldı. Şimdi bir Kasım gecesi saat 02.34. Neden bilmem uyku tutmadı, yatağımda doğruldum ve telefonu elime aldım. Severek çalıştığım şirketimin anlık verilerine baktım, her şey iyi gidiyordu. Telefonu bıraktım. Yanımda tüm güzelliğiyle uyuyan karıma baktım.
Sonra usulca ağlamaya başladım. Ağladım, ağladım ve ağladım. Gözyaşlarım elle tutulur birer umuda dönüştü, evet dedim her şey çok güzel olacak. Üstelik her şey zaten güzeldi…