Zanka

Mehmet Aycan

Twitter Instagram


Mehmet Aycan

   Ellerim ceplerimde köyün boş sokaklarında saatlerce yürüdüm. Köyde birkaç köpek havlamasından başka bir ses yoktu. Herkes çoktan uykuya dalmıştı. Zaten her sokakta bir düğün olsa, bütün köy davul ve zurna sesiyle yankılansa, ben yine hiçbir şey duymazdım, duyamazdım. Çünkü o gün Hasan ölmüştü, sadece Hasan’ı duyuyordum, Hasan kendini öldürmüştü.

   Erken bir emeklilik kararıyla köyüme döndüğüm gün tanıştım Hasan ile. O da köye taşınalı birkaç gün olmuştu. Köyün kahvehanesinde tek başına oturmuş, yalnızlıktan pek de şikâyetçi olmayan ama yine de tedirgin bakışlarla etrafı süzen haliyle bende bir merak uyandırmıştı. Teklifsizce oturdum yanına. Uzak sayılabilecek bir yerden geldiğini, babadan kalma evi ve birkaç tarlayı satıp buraya yerleştiğini anlattı hızlıca. Sanki bir an önce bu sohbeti bitirmek istiyordu. Altmış yaşındaydı. O gün başka bir şey anlatmadı. Bana da bir şey sormadı. Çayını bitirip kalktı, yerde yatan iki köpek de hızlıca kalkıp peşine takıldı. Arkasından bakarken hafifçe topalladığını fark ettim. Bu yabancı adamda tanıdık bir şeyler vardı.

   Her geçen gün biraz daha yakınlaştık Hasan ile. Aslında aramızda yirmi yaş olmasına rağmen ona Hasan dememi istiyordu. Birinin ona ismiyle, sadece ama sadece ismiyle seslenmesini istiyordu, biliyordum. Zaten iki köpeğinden başka bir ben vardım hayatında. Kimseyle doğru düzgün konuşmaz, ben yoksam kahvehanede başka kimseyle oturmazdı.  Bir süre sonra adının başına “Yalnız” eklendi. Köyde herkes ona Yalnız Hasan demeye başladı. Bir gün otururken:
   - Bana Yalnız Hasan diyorlarmış, dedi ve içten bir kahkaha patlattı. Hasan’ın güldüğünü ilk kez o gün görmüştüm. Anlaşılan lakabı hoşuna gitmişti.

   Fakat yaşanan bir olaydan sonra Hasan’ın köy halkı ile arasına düşmanlık girdi. Hasan ile bir adetimiz olmuştu. Günde üç kere kahvehanede buluşurduk. İlk buluşmamız sabahın serin saatlerinde olurdu, ikişer bardak çay içip kalkardık, hesabı Hasan öderdi. İkinci buluşmamız, öğle saatlerinde olurdu. Hava sıcaksa gazoz içer, ılıksa veya soğuksa ayran içerdik, hesabı ben öderdim. Üçüncü buluşmamız akşamüstü saatlerindeydi. Bol şekerli kahve içerdik. Herkes kendi hesabını öderdi. Her akşamüstü olduğu gibi kahvelerimizi içtikten sonra dağılmak üzereyken Hasan’ın köpeklerinin acı acı havlaması ile irkildik. Okuldan dönen çocuklar, neden olduğunu anlamadığım bir şekilde, Hasan’ın köpeklerine taş yağdırmaya karar vermişlerdi. Hasan birden topallaya topallaya çocukları kovalamaya başladı. Çocuklardan biri ayağı takılıp yere düşünce Hasan onu yakaladı. Öfkeden gözü dönmüştü. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim. Çocuğa şiddetli bir tokat attı. Tam ikincisini atmak için elini havaya kaldırdığı anda:
    - Yapma Hasan! diye bağırdım. Elini yavaşça indirdi, çocuk o kadar korkuyordu ki ağlayamıyordu bile. Sonra bir şey oldu. Hasan çocuğa sarıldı ve sanki tokadı kendi yemiş gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Bir süre sonra ağlaması kesildi, çocuğu bıraktı. Hiçbir şey söylemeden eve doğru yürümeye başladı. Ben ve iki köpek de sessizce peşine takıldık.

   O akşam Hasan’ı yalnız bırakmak istemedim, o da gelmeme bir şey demedi. Sessizce yemeklerimizi yedik. Sonra kapı çalmaya başladı, Hasan’a elimle dur işareti yaptım. Kapıya ben baktım, gelenler çocuğun babası Mustafa ve iki arkadaşıydı. Olanları anlattım, onları sakinleştirdim.

   - Senin hatırına, dedi Mustafa. Sonra çekip gittiler. Odaya geri döndüğümde Hasan olanlarla hiç ilgilenmiyormuş gibi açmış televizyon izliyordu. Bir süre yine hiçbir şey konuşmadan öylece oturduk. Pişman mıydı yoksa üzgün müydü anlamıyordum. Sonunda dayanamadım.

   - Hasan, çocuğa neden vurdun diye sormayacağım, bir yerde hak etti tamam ama söylesene birader neden çocuğa sarılıp ağladın?

   - Bir çocuğum olsun çok istemiştim. Çocuğum olmadığı için o çocuğa tokat attım. Çocuğuma tokat attığım için de üzüldüm ağladım. Haydi, yatacağım ben, sen de git artık evine.

   Eve giderken düşündüm. Neden hiç evlenmedin Hasan, neden hiç çocuğun olmadı? Neden bu kadar yalnızsın?

   O olaydan sonra Hasan iyice kabuğuna çekilmiş, benimle bile eskisi kadar konuşmaz olmuştu. Sanki o tokadı kendine atmıştı da geçmişi yüzüne vurmuş, Hasan’ı acı içinde kıvrandırıyordu. Yine de bazı günler neşeli olur, bana şakalar yapıp beni kızdırır, bundan keyif alırdı. Bazı günler ise sanki varlığımdan nefret eder gibi zorla konuşur, beni yanından göndermek için bahaneler uydururdu. Bazen içli bir türkü tutturup gözleri dolu dolu uzaklara dalar, bazen aniden öfkelenir Allah ile kavgaya tutuşurdu. Ne zaman geçmişinden izler aramak için bir sohbet başlatsam niyetimi anlar ya sohbetime karşılık vermez ya da hızlıca konuyu kapatırdı. Bir şey yaşamış olmalıydı ya da bir an. Neydi bu şey? Bazen hüzünlü bazen öfkeli olmasının nedeni o şeyde gizliydi. Benim suçum ya da kaderim böyleydi arasında gidip gelen duygular. Fakat o ölene kadar bunu öğrenemedim.

   Günler birbirini kovalarken, benim köye dönüşüm ve arkadaşlığımızın başlamasının üzerinden iki sene geçmişti. Bundan birkaç ay önce annemin ölümüyle Hasan’ın bana olan davranışları da değişmişti. Sanki kendi kendine bir görev vermiş gibi bana fazlasıyla anlayışlı davranıyordu. Ona göre o zamana kadar ne olursa olsun annem vardı, kendisi kadar yalnız değildim ama artık ben de onun gibi hayatta tek başınaydım. Hasan kendiliğinden babam oluvermişti. Ben de bu durumdan şikayetçi değildim. Baba-oğul, iki arkadaş, iki yoldaş… İkimiz de mutsuzduk ama birbirimizin yanında huzurluyduk. Ben onun deliliğine katlanıyordum, o da benim sessizliğime katlanıyordu. Günler geçmeye devam etti.

   Hasan ile ilgili en tuhaf bulduğum şeylerden biri de iki köpeği ile ilişkisiydi. Hasan’ın köpeklerden nefret ettiğine emindim. Sürekli onlara küfür eder, bazen onları kovalar ama köpekler biraz uzaklaşınca hemen onlara seslenir, gözünün önünden ayırmak istemezdi. Bazen onlara kasaptan özel et alır bazen de tiksinircesine önlerine kuru ekmek atardı. Köpekler de Hasan’ın bu tuhaf hallerine alışmışlardı. Hem ona sırnaşmazlar hem de kusursuzca itaat etmeye devam ederlerdi.

 

                                                                  *************

   İlçe merkezinden döndüğümde köyün meydanında jandarmalar vardı. Muhtar beni görünce gözlerini kaçırdı, panikledi. Anlamıştım. Hızlıca muhtarın ve jandarmaların yanına gittim.

   - Ne oldu?
   - Yalnız… Hasan… Bir yerden tüfek bulmuş, önce köpekleri sonra kendini vurmuş. Başın sağ olsun.
   - Anladım, dedim. Oysa hiçbir şey anlamamıştım. Mutlu ya da mutsuz, iyi ya da kötü, bir şekilde yaşayıp gidiyorduk işte Hasan! Neden kıydın canına? Neden beni bu kalabalıklara ittin? Neden beraberce yalnız kalmamıza izin vermedin daha fazla?

   Ve ellerim ceplerimde saatlerce yürüdüm. En azından bir şey biliyordum, saatlerce değil günlerce de yürüsem cevabı bulamayacaktım. Ama geçmişini öğrenecektim Hasan. Sen istesen de istemesen de…

   Ertesi gün Hasan’ın cenazesinden sonra yola çıktım. Gece yarısına doğru köyüne vardım, yorgun ve uykusuzdum ama asıl sabaha kadar bekleyecek gücüm yoktu. Muhtarı buldum. Hasan’ı sordum. Anlattı.

   - Doğma büyüme buralıdır Hasan. Yazık, biçare adam. Kırk sene yattı içeride, yeni çıktı sayılır, iki sene oldu çıkalı. Geldi buraya, her şeyini sattı bir hafta içinde, üçe beşe bakmadı. Bir an önce gitmek istedi. Nasıl istemesin…

   - Kırk sene içeride miydi? Ne oldu ki?

   - Hasan daha on dokuzunda nişanlandı. Askere gitmeden de evleneceğim diye tutturdu. Babası kıramadı, yapalım düğünü dedi. Neyse uzatmayayım, düğünden bir gece önce, adettir, kına gecesi yaptılar. Kına gecesinden sonra Hasan arkadaşlarıyla eğlenecekmiş. Evden çıkıyor, arkadaşlarının yanına gidecek, iki sarhoş serseri önünü kesiyor bunun. Biri Hasan’ın nişanlısını seviyormuş. Kavgaya tutuşuyorlar. Hasan ikisini de öldürüyor kavga sırasında, kendisi de yaralanıyor, topallaması o yüzden. Kırk sene veriyorlar buna. Yine de nişanlısına beni bekle diye haber gönderiyor. İçeride Hasan öğreniyor ki sadece topal kalmamış, çocuğu da olmazmış artık. Nişanlısı öğreniyor bunu. Ben artık seni beklemem ama başkasına da varmam diyor, intihar ediyor. Hasan daha bunu öğrenemeden, babası da kalp krizi geçirip rahmetli oluyor. Yetmiyor Hasan’ın çektiği. Birkaç sene sonra da annesi dayanamıyor, üzüntüden felç geçiriyor. Bir iki aya kalmadan o da rahmetlik. Hepimiz üzüldük tabi, hatta şaşırdık Hasan’a, iyi kıymadı o da canına içeride. Sahi ne yapıyor Hasan? Siz neden sormuştunuz?

   Bir şey demedim. Arabaya atlayıp sadece gitmek istedim. Nereye gittiğime bakmadan. Şimdi anlıyordum Hasan’ı, o tokadı anlıyordum, o ansızın değişen duygularını.

   Kim bilir, belki o tokat hiç yaşayamadığı evliliğiydi, belki o iki köpek öldürdüğü iki adamdı ve kim bilir belki ben de tadamadığı mutluluğuydum. Mutsuz bir mutluluk…



Bu içeriğe emoji ile tepki ver