Birincisi: Peygamber olmadan önce, daha doğarken ve gençlik yıllarında, harikulade olaylar meydana geldiği iddiası… Denir ki, “Peygamberimiz doğunca, İran kisrâsının saraylarındaki şamdanlar söndü, kuleler yıkıldı.” “Gençlik yıllarında, bulut onun üzerinden yürüdü.” “Peygamber çocukken Cebrail geldi, onu yere yatırarak, göğsünü yardı, şerh etti ve kalbini çıkarıp zemzem suyu ile yıkadı.” Bunları hepsi siyer ve hadis kitaplarında geçer; hiçbirinin aslı yok, hepsi mitolojidir. Peygamberimiz doğduğunda dünyada olağanüstü hiçbir şey olmamıştır, günlerden bir gündür. Siz doğduğunuzda dünyada ne oluyorsa, Peygamber doğduğunda da, dünyada o olmuştur. Doğuş iki türlüdür: bir maddi doğuş, bir manevi doğuş. Alevi Bektaşi kültüründe, bundan çokça bahsedilir. Kişini manevi doğuşu, ikrar verip yola girdiği anda, kişi yeniden (manevi olarak) doğar. Peygamberimiz bir anne karnından doğmuş- tur, bir de, kırk yaşında Peygamber olunca doğmuştur. Kırk yaşında Peygamber oluşu, sosyal bir olay, şehre inmiş, bir hareket başlatmış, tarihin önüne çıkarak, kendini Peygamber olarak tanıtmıştır. Zulme meydan okumuştur ve insanları, Allah’ın dinine çağırmış, bu da bir doğuştur. Olaylar, asıl bu ikinci doğuştan sonra başlamıştır. Asıl kaleler sarsılmaya, asıl zenginlerin, kodamanların saraylarındaki köşklerindeki şamdanlar sallanmaya, sönmeye o zaman başlamıştır. Kuran’ı Kerim’de, İnşirah Suresi [E lem neşrah leke sadrek] Biz senin göğsüne-sadrına inşirah vermedik mi? Üzerindeki yükü almadık mı? diyen, teselli mahiyetindeki kısa bir suredir. Klasik tefsirde bu ayetleri, Peygamberin kalbinin yarıldığına yorarlar. Derler ki, “Ayette de geçtiği gibi Biz senin göğsünü yardık, şerh ettik, açtık…” İnşirah, şerh etmek, açmak manasına geliyor, buna bakarak, “Peygamberin kalbini yarıldığını ve Cebrail tarafında zemzem ile yıkandığını, onun kalbinin bu nedenle çok temiz olduğunu, asla günah işlemediğini ve masumiyetinin de buradan geldiğini…” söylerler. Hâlbuki orada anlatılmak istenen, kırk yaşından sonra, yani Peygamber olduktan sonra birçok sıkıntı ile karşılaştı, baskıya maruz kaldı, dışlandı, yalnız kaldı, en yakınındaki kişiler, akrabaları onu terk etti. O günleri sıkıntılı ve bunalımlıydı, onu teselli etmek için bu ayetler geldi ve dedi ki: Biz senin göğsüne ferahlık, inşirah, sıkıntıyı açan, gideren, teselli kaynağı olacak duygular yerleştirdik. Bu ayetleri, Mekke’de seninle beraber yürüterek, sana yol göstererek, üzerindeki yükü almadık mı? Seni yalnız bırakmadık, her zaman yanında olduk, bu sıkıntı- lar geçicidir diyen teselli ayetleridir. Hepimiz hayatta sıkıntıya gireriz, bu ayetleri sıkı sık okumalıyız ve her okuduğumuzda da bizim göğsümüzün yarılıp Cebrail tarafından (maddeten) yıkandığı anlamına gelmez. Bu ayetler, hepimiz için, şuanda geçerlidir. Sıkıntıya girmiyor musunuz? Dertler, sorunlar, zor günler yaşamıyor musunuz? Böyle anlarda biz de, sıkıntıyı giderecek bir teselli buluruz. Teselliyi kimimiz birbirinde bulur, kimimiz, kendi kendine şiir yazar, kimimiz kendi kendine konuşur, kimimiz duvarlara bağırır, kimimiz kimseye derdini anlatamaz, gider ağaçlarla konuşur. Bunların hepsi teselli kaynaklarımızdır. Peygamberimizde bir insan olarak bunlarla karşılaşmış ve bunun üzerine bu ayet gelmiş, ondan bahsediyor. Öbür türlü anladığınız zaman, ayet sadece Peygamberin kalbinin yarılması ile ilgili oluyor ve o ayet bizim için şu anda bir şey ifade etmiyor; çünkü, oldu bitti bir defa, bizim de kalbimiz yarılamayacağına göre. Buradan şuraya geliyoruz: Peygamberin, bu tür harikulade, efsanevî, mucizevî şeyler gerçekleştirdiği iddiası iki açıdan sakıncalıdır. İlki Peygamberi örnek alınamaz hale getiriyor. “O olağan üstü biri, o peygamber, biz peygamber değiliz.” Mesela diyorsunuz ki, Allah, Yusuf’un kalbine bürhan indirmiş olmasaydı, Yusuf kadına meyletmişti. Adam, kendi yaptığı işlere, buradan şöyle cevaz çıkarıyor: “Canım o peygamber, peygamberin kalbine Allah bürhan indirmiş, Züleyha ile ilişkiye girmesine engel olmuş ama ben peygamber değilim ki, ben yaparım. Yaptığım zaman da, niye yaptın denilmemelidir. Keşke ben de peygamber olsaydım, bizim de kalbimize bürhan inseydi de yapmasaydık ama ne yapalım ki biz peygamber değiliz ama o peygamber.” Peygamberimiz mal biriktirmemiş, mülkiyet, miras bırakmamış, sade yaşamıştır dediğinde ne diyorlar; “Ama o peygamber, biz peygamber gibi olamayız ki”. Zihinler, onun gibi olamayız düşüncesine, bu “mucizelerden” dolayı alıştırılıyor. Adam bakıyor ki, Peygamber olağanüstü, harikulade olaylar içinde büyümüş, tâ çocukluğundan itibaren fevkalade, insanüstü bir varlık var; “Şimdi ben bunu nasıl örnek layım”. O halde peygamber, yaşayan örnek olmaktan çıkıyor. İkinci olarak bu mucizevî anlatımlar, Müslüman zihni, bir kurala, bir kaideye bağlı kalmaksızın, kudret (güç) kimin elindeyse, onun, istediği gibi hareket edebileceği zihniyetine alıştırıyor. Şöyle: “Allah’ın kudretinden sual olunmaz, Allah koyduğu kurallar uymak zorunda değildir; çünkü O, kadir-i mutlaktır.” Mesela bir yasa koymuş; ateş, yakar. İnsanın eti, saçı, giysisi değdiğinde ateş yakar, bu, doğanın bir kanunudur “ama Allah buna uymak zorunda değildir”. “İbrahim’i ateşe atarlar, Allah mucize gösterir ve birdenbire orası gül bahçesi olur.” “Koyduğu kurala, var olan duruma müdahale ederek tersine çevirebilir, bu her an, her yerde olabilir. Dolayısı ile, Onun kanunlarını kurallarını öğrenmenin bir anlamı yoktur; çünkü, her an değişebilir.” Bu neye yol açıyor? Şuna: “Peygamber de bir ilkeye bağlı olmak zorunda değil, Allah da bir ilkeye bağlı olmak zorunda değil, her an her şey olabilir. Kudret kimin elindeyse, o her şeyi bir anda değiştirebilir.” Buna alıştırılmış Müslüman zihinde bu şuna yol açıyor: “Kaideleri kuraları boş ver sen, güç sende mi güç, kudret sende mi, güç eline geçtiği an, kaideyi, kuralı alt üst eder değiştirirsin.” Bu, daha nelere yol açıyor biliyor musunuz; adam devleti ele geçirdiği zaman, “Ben yaptım oldu” diyor. “Kurala bağlı olmak zorunda değilim” diyor. “Kudret benim elimde, güç benim elimde değil mi” diyen, adalete, hukuka, prensiplere bağlı olmayan bir zihniyete, devlet anlayışına yol açıyor. “Padişahlar yeryüzünde Allah’ın gölgesi, irade-i seniyeleri var, kaideler, kurallar onun için geçersizdir. Kurallar, prensipler, avam için reây için, yüksek irade ona uymak zorunda değildir.” Bu, Kuran’a uygun bir anlayış değil. Kur’an Hud 56. ayet: [Benim Rabbim, sırat-ı müstakim üzeredir]diyor. En’am 12. ayet: [Allah kendi üzerine, sevgi ve merhameti yazmıştır] diyor. Yani, sevgi, merhamet, şefkat, Allah’ın üzerine farz. Allah, adalete uymak zorunda. Allah, sırat-ı müstakim üzere olmak durumunda. Bunu biz O’na yüklemiyoruz, O, kendisi Kuran’da böyle söylüyor.
Bu şu demek: Karşımızda sevgi, adalet, doğruluk, dürüstlük ile, bu ilkelere uymaya söz veren bir Allah var. O halde, şundan emin olabiliriz: Allah, bunlara uymayan bir iş yapmaz. Kuran’da, ilkeli Allah, ilkeli Peygamber var. Kendi koyduğu ilkeleri çiğneyen bir Allah ve Peygamber yok. Bu nedenle Kuran’da daha çok, Allah’ın gücü değil, sevgisi, merhameti vurgulanmakta. Allah gücünü, adaletle ve merhametle sınırlandırmaktadır. Devlet de gücünü, adalet ve merhametle sınırlandırmak zorundadır. Sen, ben, biz de, adaletle ve merhametle gücümüzü sınırlandırmak zorundayız; işte buradan, bu sonuç çıkıyor ama bunu kaldırdığın zaman, bunların hepsi ortadan kalkıyor.
İkincisi: Bu söylediklerim peygamberlik öncesiydi, mucizeci zihniyete göre peygamberliğinde de bu “harikulade olaylar” devam ediyor. Bunların en meşhuru, Kamer Suresi’ndeki ayetin şöyle yorumlanmasıdır: Deniyor ki, “Peygamberimiz Ay’ı yardı. Müşrikler Ay’ı yar da görelim dedi, Peygamber de elini kaldırdı ve Ay’ı yardı; müşrikler de bunu gördükleri halde, inanmadılar.” Böyle bir olay olmamış. Müşriklerle böyle bir tartışma da söz konusu değil. Bu rivayet doğru ise, olsa olsa şöyle olabilir: Peygamberimiz işaret parmağı ile Ay’ı göstermiş ve demiştir ki, bakın, Allah’ın ayeti, işte, bakın görün. Onlar da demiştir ki, tamam, Allah’ın ayeti diyorsun da, bunu biz her gün zaten görüyoruz, yar da görelim, biz senin peygamber olduğuna, Ay’ı yardığın zaman inanırız. Peygamber de, bütün güç Allah’ın elindedir, ben size göstermekle ve işaret etmekle sorumluyum demiştir. Ve olay orada bitmiştir. Ama bizim Müslümanlar, Yahudilerden Musa’nın “mucizelerini”, Hı- ristiyanlardan İsa’nın “mucizelerini” dinleyince, yahu onların peygamberlerinin o kadar mucizesi var, bizim peygamberimiz pek gariban kalıyor, onun da mucizesi olmalı, diyerek, Ay’ı yardırtmışlardır (bu söylenceyi çıkarmışlardır). Ve bunu da hadis uydurarak, siyer kitaplarına da geçmişlerdir. Hâlbuki Peygamberin, müşriklerle tartışması bu değildi; bu, Peygamberin müşriklerle tartışmasının asıl nedenini de örtüyor. Peygamber müşriklerle, Ay yarıldı mı, yarılmadı mı diye tartışmadı, Allah var mı, yok mu diye tartışmadı, Allah’ın varlığını kanıtlamaya çalışmadı. Onlara, namaz kılın, oruç tutun, hacca gidin demedi, müşrikler zaten bütün bunları yapıyordu. Onlara dedi ki, mülk Allah’ındır, köleleri serbest bırakın, onları Allah yaratmıştır; develeri ağıllarınıza biriktirmeyin, onları yoksullara verin; insanlara faizle altın-para verip, onları sömürmeyin. Yani Peygamber, sosyal mesajlar vermiş, müş- riklerin de bu işlerine gelmemiştir. Allah’a, peygambere inanmalarına, hac etmelerine, gusül abdesti almalarına rağmen, Peygamberi asla affetmeyerek, kendi konumlarını kaybetmemek için, onunla savaşmışlar. Çünkü düzenlerine çomak sokmuş, Peygamberi bunun için istememişler. Ama öyle anlatılıyor ki sanki Peygamberle müşrikler arasında teolojik tartışmalar olmuş. “Kıyamet var mı, Allah var mı, Ay’ı yar da görelim” gibi. Sanki mücadele teolojik tartışması, sosyal bir olay değilmiş gibi. Hâlbuki durum tam tersi, şu anda ne ise odur. İnsanlık şu anda ne arıyor: adalet arıyor, eşitlik, özgürlük arıyor, o gün de aynısıydı. Köleler vardı, kadınlar ikinci sınıf insan yerine konuyordu, sosyal düzen bozuktu, adalet yoktu, zulüm vardı. Peygamber bunlara karşı çıktı. Etrafında özellikle güçsüzler, zayıflar daha fazla toplandı. Mekkeliler bundan rahatsız oldular ve ona her türlü iftirayı attılar, mesele bundan ibarettir. Öbür anlatılar, Peygamberin sosyal mesaj içeriğini tamamen öldürmekte ve göğe bak göğe diyerek, bizim yerle alakamızı kesmektedir. Bu anlattığım iki madde, peygamberlik öncesi ve sonrası “harikulade” olaylar ile ilgiliydi.
Üçüncüsü: Diyorlar ki, “Peygamber Medine’ye geldi, kendine muhalif olan şairleri öldürttü”. “Ağır şiirler söylüyor ve beni incitiyor, beni ondan kurtaracak yok mu dedi, Muhammed bin Mesleme adındaki sahabe de durumdan vazife çıkararak, ben varım ya Resulullah, o şerefe ben nail olmak isterim dedi. Ve kuşağının altına hançeri gizleyerek, bir gece vakti pusuya yatıp, arkasından hançerleyerek şairi öldürttü.” diyorlar… Bunları siyer kitapları yazıyor. Bu olayın aslı yok! Tamamen yalan! İftira! Düzmece! Bu tür iftiraları kim atıyor: Menfaatleri zedelenen toprak ağalarının torunları. Bunların içinde Yahudi olanlar da var, olmayanlar da var. Bunlar, Peygamberin gelişiyle eski statülerini yitirince, Medine’de konumlarını kaybedince ve Peygamberi de sağlığında yenemeyince, aleyhinde kitaplarda iftiralar düzmeye, yalanlar söylemeye başladılar. Bugün yeryüzüne şöyle bir bakın, bütün halk kahramanlarının, önderlerinin, peygamberlerin, filozofların aleyhinde ciltler dolusu iftira duyarsınız. Bu iftiraların en fazlası da Peygamber (Muhammed) hakkındadır: “Şair öldürttü” “adam öldürttü.” Hâlbuki Kuran’ı Kerim diyor ki, bir yerde Allah ve Kitabı ile alay edilirse, söz değişinceye kadar oradan uzaklaş. Ama “Peygamberle ve Allah ile alay eden bir şair öldürttü” diyor, getirdiği Kitapla tersleşen bir peygamber ortaya çıkıyor.
Dördüncüsü: 960 Yahudi’yi kestiği iddiası… “Beni Kureyza Yahudilerini Medine’nin içine çukurlar kazarak, Hz. Ali ile beraber, sıcak bir günde, kesmeye sabah başlamış, öğle sıcağında, ya Ali biraz ara verelim, çok sıcak, ikindi serinliği bassın” demiş. “İkindi serinliğinde eline Zülfikar’ı tekrar almış Ali, 960 Yahudi’yi kese kese çukurlara doldurmuş.” Buna ben ekleme yapmıyorum, İslâm Tarihi kitaplarında aynen yazıyor. Bu ilk defa nerede geçiyor? Peygamber vefat ediyor, aradan yüz değil, 140 sene geçiyor, İbn İshak adında siyerci var, bu rivayet onun kitabında ilk olarak geçiyor, oradan, bütün diğerlerine yayılıyor, şu anda hangi siyer kitabına baksan, bu yazıyor. Turan Dursun da bunu diline doluyor, bu yüzden zaten dinden çıktığını söylüyor, böyle bir peygamber olur mu diye. Aklı başında kim bunu duysa, bu dinde kalmaz. Peygamber böyle bir şey yapar mı; bu, tamamen uydurmadır. Peki olayın aslı ne? M.S. 70. yılda, Bizanslılar Kudüs’ü işgâl ediyor. O esnada Kudüs’te, Zelod İsyanı oluyor; Zelodlar, Yahudi yurtseverler yani, Filistin’i sevenler anlamında. Bunlar isyan ediyorlar ve isyan Bizanslılar tarafından bastırılıyor. Rakam bile aynı, 960 veya 600 Zelod öldürülüyor. Bu, Yahudi tarihinde bir travma olarak geçiyor. Yahudi belleği bunu yüzyıllar boyu sürdürüyor, unutamıyor. Sonra Medine’ye geldiğinde, bu bankerler, toprak ağaları konumlarını kaybedince, bunun acısına dayanamıyorlar, diyorlar ki, “Biz bu adamı sağlığında yenemedik ama tarihte, insanların zihninde onu katledeceğiz”. Onların torunları, aradan 140 sene geçtikten sonra, İbn İshak da onlarla çokça görüşen birisi, ona anlatıyorlar, o da tarih kitabına geçiyor. Böylelikle, bu katliam sanki Peygamberimiz yapmış gibi, tarih kitaplarına girmiş oluyor. Olayın aslı astarı budur.
Beşincisi: Peygamberin Medine’de İslâm devleti kurduğu iddiası… Peygamberimiz, bırak İslâm devletini, bir devlet, iktidar kurmamıştır. Kur’an’ı Kerim’de devlet kelimesi iki yerde geçer, ikisi de olumsuz anlamdadır, iktidar kelimesi hiç geçmez, kader, takdir diye geçer de, mesela Müslümanlara iktidar verdik demez. Şöyle geçer Hacc 41. ayet: [Onlara, yeryüzünde imkân verdiğimizde salâtı ikame der, zekâtı verirler, ma’rufu emreder, münkerden sakındırırlar] İmkân vermek… Bakın ne güzel bir kelime; iktidara gelmek değil, imkân elde etmek, devlet kurmak değil, imkân… Halkın sana imkân vermesi, senin de o imkânları halkın yararına kullanman; ne hoş bir kelime kullanıyor, ne kadar dikkatli bir kelime kullanıyor. Devlet ve iktidar, tahakküm ifade eder. İbn Haldun’a göre devlet, insanın tahakküm hırsından doğmuş, kötücül bir kurumdur. Özünde baskı, sömürü, katliam ve öldürme vardır. Hiçbir devlet öldürmeden, baskı uygulamadan ve sömürmeden ayakta kalamaz. Devlet kurmanın, iktidarın kendisi burada sorunludur. Adalet Devleti kitabını yazarken, iktidar ve devlet kelimelerini kullanayım mı, kullanmayayım mı diye çok düşündüm. Ancak yanına bir kelime koyarak kullanabileceğimi düşündüm: Adalet Devleti -Ortak İyini İktidarı-… İktidar olacaksa, bu ancak, ortak iyinin iktidarı olabilir. Devlet olacaksa, bu ancak adaletle sınırlanan ve denetlenen devlet olabilir. Peygamberimiz ne yapmıştır? Bugünkü tabirle söyleyecek olursak, Peygamberimiz Medine’de özyönetim yani yerinden yönetim kurmuştur. Halkı örgütlemiş, iş bölümü yapmıştır. Hâkim olmamış; hakem olmuştur. Maide Suresi 42. Ayet:[Hakemte fahkum beynehum bil gıst] Onların arasında adaletle ve eşitlikle karar ver. Onlara hükmet demiyor, onlar arasında karar ver diyor; bu ikisi ayrı şeylerdir. [Onlar arasında karar ver]: sen de onlardan birisin, onların arasında, onlarla beraber ol, onlardan biri ol, fakat onlar arasında, kendi kafana göre, heva ve hevesine göre, o anki duyguna göre değil, gıst (eşitlik) ilkelerine göre… Hem onlar arasında diyor, hem karar ver diyor, hem de onun dışında soyut bir ilke vazediyor, ona göre hareket etmesini istiyor. Bütün bunlar gösteriyor ki, O’nun yönetim anlayışı farklıdır. Bizim anladığımız gibi tahakkümcü devlet ve iktidar anlayışı yoktur. Tepeden inmeci, baskıcı, başkasının parasıyla (emeğiyle) geçinen, insanların vergisini haraca dönüştüren bir devlet anlayışı söz konusu değil, öyle ulus devlet falan söz konusu değil; o günkü çağa göre, yeni bir anlayış getiriyor. Dünyanın her yerinde imparatorluklar, Bizans’ta, Sasani’de, krallıklar, hanedanlıklar varken, bu (İslâm ve onun peygamberi), çölün içinde başka bir şey yapıyor, başka bir örnek sergiliyor ve bize o örneği bırakıyor; Medine Sözleşmesi’nde ortaya çıkan şey budur; bunun üzerinde iyi düşünmeliyiz.
Altıncısı: Peygamberin fetih hareketlerinde bulunduğu iddiası… Buradaki fetih kelimesi de yanlış, Peygamberin bu tür hareketlere giriştiği iddiası da yanlış. Peygamberimiz, hiçbir yeri işgale gitmemiştir. Hiçbir halka saldırıp, onları Müslüman edip, haraca bağlayıp, mallarını ganimet yapıp, kadınlarını cariye, erkelerini de köle yapmamıştır. Bedir, Uhud, Hendek, hepsi de dâhil, Peygamberin bütün savaşları, savuma savaşıdır. Tebuk Seferi deniyor mesela; Hendek, adı üstünde, şehrin etrafına hendek kazmış, kendini savunmuş, savunma savaşı olduğu adı üzerinde. Bedir’de kervanlar hazırlanıyordu, Medine üzerine yürüyecekti, ona karşı bir savunmadır. Uhud da yine savunmadır. Tebuk’te Bizans’a karşı yürünmüştür ama Bizans, işgâl hareketine girişiyordu. Medine’ye işgal kararı almışlardı. Plana göre, Peygamberin mescidini yıkıp, Ebu Amir adlı rahibi de, Peygamberin yerine vali atayacaklardı. Peygamber bunu haber aldığı için, şehre gelmeden, savunmayı şehir dışında yapmak için o seferi düzenledi. Hayber’de de Nadiroğulları müşriklerle iş birliği yapıp, Hendek gününde Medine’yi bastılar. Peygamberi yakalayıp, Müslümanların hepsini keseceklerdi. Hendek kazılıp direniş sergilenince, başarısız olundu. Gerisin geri döndüler. Peygamber bu defa Nadiroğulları’nın yurduna; Hayber’e giderek, neden verdiğiniz sözü tutmadınız da, müşriklerle beraber olup, Medine’yi yağmalamak ve beni öldürmek istediniz, hendek kazarak zor kurtulduk, bunu neden yaptınız diye hesap sormaya gitti. Orada da işgâl söz konusu değil, Peygamber hiçbir yeri işgâl etmemiştir, böyle bir şey yoktur. Amma, Peygamberden sonra, Ebu Bekir ve Ömer ile işgâl hareketleri olmuştur; onların da kendilerine göre mazeretleri var; mazlumları kurtarmaya gidiyoruz falan demişlerdir, Amerika Irak’a girerken demokrasi getiriyoruz falan diyor ya… Buna (işgâl hareketlerine) katılmayan bir tek kişi var, o da Hz. Ali’dir. Hiçbir yere sefer düzenlememiş, hiçbir yeri işgâl etmemiş, var olanla yetinmiştir. “Bir ülkeye gider önce deriz ki, üç şık var ya Müslüman olun, ya cizye (vergi) verin, ya da kılıç…” Bu uydurma! Peygamberin böyle bir politikası yok. Bunu tarihte uygulamışlar mı, evet uygulamışlar ama Kur’an’a var mı? Yok! Peygamberin de böyle bir uygulaması yok. Sen ne yapacaksın? Ülkende, oturduğun yerde örnek olacaksın. Güzel bir sistem sergileyeceksin. Yaşadığı yerde zulüm gören, baskıya uğrayan sana sığınacak. Diyecek ki, gideyim de ben de o ülkede yaşayayım. Sen böyle olursan, herkes seni örnek alır, herkes seni çağırır. Biz de öyle yapmıyor muyuz, bir sorun olduğunda, acaba bu durumda başka ülkeler ne yapmış diye örnek alıyoruz. Medeni Kanunu İsviçre’den almışsın, çünkü hoşuna gitmiş, ihtiyaçlara cevap veriyor. Sen adam ol, sen bal yap, arısı Bağdat’tan gelir, merak etme. Fetih de çok anlaşılan bir kelime, aslında fetih, barış süreci demektir. Fetih denince aklınıza ne geliyor? “Atın üzerinde, ellerinde kılıçlarla, mehter marşıyla, Allah Allah diyerek, dıgıdık dıgıdık Viyana’ya fethetmeye gidiyoruz.” İstanbul’un Fethi, Viyana’nın fethi… Fetih Suresi, Hudeybiye Barışı’ndan sonra gelmiş; altıncı yılda. [İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ] Biz sana, apaçık bir fetih verdik diye başlıyor. Hudeybiye Anlaşması, silahların bırakılıp savaşın sona ermesi, karşılıklı saldırmazlık ve barış sürecinin başlamasını öngören bir anlaşmadır. Bu anlaşmaya göre, on yıl boyunca savaşılmayacak, silahlar toprağa gömülecekti; işte Kur’an’ı Kerim buna fetih diyor. On yıllık fetih; bu on yıl boyunca birçok insanla konuşulacak. İslâm, savaş ortamlarında değil, barış ortamlarında yayılır, bunu söyleyeyim. Demokratik İslâm Kongresi, 2014 yılında barış (müzakereler) süreci devam ederken kuruldu, faaliyetine başladı ve hızla yayıldı. Ama savaş başlayınca durdu, neden? Çünkü savaşın olduğu yerden söz göç eder. Dinlemez kimse, insanlar savaşıyor, dinlemez kimse. Bana “Senin teröristlerin yanında ne işin var” diyorlar; “Biz onlarla savaşıyoruz, onlar düşman”. Yahu kardeşim, durun bir, ne savaşı, ne teröristi, ne düşmanı! Bir mevzu anlatacağız! O zaman ne oluyor, silahların konuştuğu yerde söz bitiyor. Peygamber, silahların susup, sözün geçerli olduğu bir dönem başlattı, bu döneme, fetih dedi. Fetih budur! Fetih, barış süreci demektir. Kalpleri açmak, kapılar açmak, köprüler kurmak demektir, gönüllere hitap etmek demektir. Bu da ancak, silahlar sustuğu zaman olur.
Yedincisi: Peygamberin 9 yaşındaki kızla evlendiği iddiası… Bu da yanlış! 19 veya 21 yaşındaydı. Birkaç yoldan bu sonucu çıkarıyoruz. Ayşe’nin kardeşi Esma var, Esma’nın yaşı belli, kayıtlarda geçiyor, Ayşe de ondan on yaş küçük. Esma, hicri 73. yılda, çok yaşlı olarak, 100 yaşına falan geldiğinde vefat ediyor. Dolayısı ile, Medine’ye geldiklerinde, 27 yaşında olduğu anlaşılıyor. Ayşe de ondan on yaş küçük olduğuna göre, Medine’ye geldiklerinde Ayşe 17 yaşında oluyor. Peygamberle, Medine’ye geldikten iki sene sonra evlendiğine göre, 19 yaşında oluyor; birincisi bu. İkincisi: Hâlâ bazı Arap kabilelerinde yaygındır, o zamanki Araplar, kadınların (kızların) yaşlarını söylemezlerdi, söyledikleri zaman da, annesinden doğduğu yıla göre değil, aybaşı görmeye başladıkları yıla göre söylerlerdi. Mesela, Ayşe 9 yaşında demek, aybaşı görmeye başlayalı 9 yıl oldu demekti. Peygamber benimle evlendiğinde, 9. yılımdaydım diyor rivayet. Buna dayanarak diyorlar ki, “dokuz yaşındaydım diyor, aha bak, kendisi söylüyor”. Kardeşim, 9. yılımdaydım diyor, yani, aybaşım başlayalı dokuz yıl olmuştu diyor; bu da, 11 veya 12 + 9 demektir; bu da, 19-20 yaş demek. Zaten kendisi (Ayşe), Hz. Ebu Bekir tarafından, birsiyle nişanlandırılmıştı. Peygamber ortaya çıkıp, Ebu Bekir de Peygambere uyunca, müşrik olan aile, gitti düşmanımıza uydu, o adamın kızını alamayız diyerek, nişanı bozdu. Peygamber daha sonra Ayşe ile nişanlandı. “Sokakta oynarken almış evine götürmüş”; Peygamberi sübyancı ilan ediyorlar. Bunlar da, Peygamberin gelişi ile menfaatleri zedelenmiş çevrelerin uydurup, diline doladığı sözlerden biridir.
Sekizincisi: Deniyor ki; “Peygamber işkence yaptırdı, insanların gözüne mil çektirdi”. Bunlar da hadis kitaplarında geçiyor. Uydurmaya rivayete göre: “Medineli bir gurup geliyor, orada bulunan koyun sürüsünü önüne katıp götürüyor, çobanını öldürüyor. Peygamberimiz o gurubu yakalatıp geri getirtiyor ve önce gözlerine mil çektiriyor, sonra onları Medine’nin dışında bir taşlı bölgeye götürüyor. Bunları burada bırakın, yiyecek bir şey de vermeyin, acı içinde bağıra bağıra ölsünler” diyor. Bu nerede geçiyor? Sahih-i Buhari’de geçiyor. “Hadis”! Hatta, Yedi İmamın İttifak Ettiği Hadisler diye bir kitap var, IŞİD’in kaynakları diye TV’ye çıktığımda gösterdim. IŞİD kültürünü ne besliyor? İşte bu kitaplar besliyor. Yedi İmamın İttifak Ettiği Hadisler, biri de bu okuduğum, bunun üstünde ittifak etmişler (!). “Peygamber, koyun çaldı, adam öldürdü diye insanların gözüne mil çektirmiş.” Bu bir defa kısas ilkelerine aykırı, mil çekme diye bir şey olamaz; kim öldürdü ise, kısasen o… Gözüne mil çektirmek nedir? Açlığa terk etmek nedir? Bu kitaplar bunu nasıl yazıyor? Gerçek Hayat Dergisi, Hasâis-i Kübra diye, bin sayfalık bir hediye verdi; ben o zamanlar o dergide yazmıştım, 2007 yıllarıydı sanırım. Hasâis-i Kübra/Peygamberimizin Hususiyetleri; bu okuduklarımın hepsi orada da geçiyor ve “kadına hastalığı geçsin diye idrarını içirdi” diyor. Kocaman bir kitap “olağanüstü yönleriyle Peygamber”. İŞİD dediğin işte bunları okuyor. Git şimdi bir IŞİD’çiye sor, bir adamın gözüne rahatlıkla mil çekebilir, bir adamın boynunu rahatlıkla vurabilir, kadını ikinci sınıf insan yerine koyabilir, cariye yapabilir. Bunların hepsi “yazıyor” çünkü “kaynaklarında” var; adam bunlara bakarak “var kardeşim bunlar, sen ne diyorsun, bunlar dinin gereği” diyor. Bunlara biz sorgulanmamış eski İslâm kültürü diyoruz ve bununla yüzleşmeye giriyoruz. Bunlarla yüzleşmezsek, bunlarla hesaplaşmazsak, önünü alamayız, yarın öbür gün gelir, bizi de vurur.
Dokuzuncusu: Peygamberin oğulluğunun karısına göz koyduğu ve bunun için ayet indirildiği iddiası… Söz konusu Ahzab Suresi 37. Ayet şudur: “Hani bir zamanlar kendisine hem Allah’ın nimet verdiği hem de senin iyilik ettiğin kişiye: “Eşinden ayrılma, Allah’ın öfkesini çekmekten sakın!” diyordun da, Allah’ın açığa çıkaracağı şeyi içinde gizleyip, insanların söz etmesinden korkuyordun. Oysa korkman gereken yalnız Allah olmalıydı. Sonuç olarak Zeyd, o kadından boşandığında Biz onu seninle evlendirdik ki ileride evlatlıklarının boşadığı bir kadın ile evlenme durumu söz konusu olursa mü’minler sıkıntıya düşmesin. Böylece Allah’ın emri pratiğe çıkarılmış bulunuyor” Bu ayetin indiği dönemde “Zeyd, Muhammed’in evlâdı mı, evlâtlığı mı? Eski bir köle, seçkin bir Arap kızı ile (Zeynep binti Cahş) nasıl evlenebilir? Diyelim ki evlendi, onu nasıl boşamaya kalkar? Diyelim ki boşadı, bir peygamber onun boşadığı ile nasıl evlenebilir? Muhammed onun ve de bizim neyimiz olmaktadır?” türünden “sınıf ve köken farkı gözeterek ayrımcılık” kokan tartışmalar olmaktadır. Dikkat edilirse ayetlerde savunulan kişinin Zeynep veya Muhammed Peygamber’den ziyade adının bizzat anılmasından da anlaşılacağı gibi Zeydolduğu görülür. Muhammed Peygamber’in onu Zeynep ile evlenmeye teşviki ile başlattığı reformcu girişim, Allah’ın onun boşadığı kadınla bu kez Muhammed Peygamber’i evlenmeye teşviki ile hitama erdiriliyor. Bunun o günkü toplumda geçerli olan “sosyal statü” anlayışı açısından anlamı, sanıldığından çok daha büyüktür. Şöyle ki:Zeyd eski bir köle ve evlâtlıktır, dahası kabilesizdir. O günkü geçerli sosyal statü anlayışına göre kendini koruyacak bir kabilesi bile yoktur. Yani kimsesiz ve gariban birisidir. Böyleleri toplumda yalnız kalmaya mahkûm olmakta, hor ve hakir görülmektedir. Anne ve babalarının adı ile bile çağırılmamakta, aristokrat Arap kabilesine mensup bir kızla evlenmesi çok görülmekte, evlenmiş olsa boşama hakkı başına kakılmakta, boşandığında da onun boşadığı ile evlenmeyi “kabile gururu” aşağılık bir durum olarak görmektedir. Bir nevi devşirme muamelesine tâbi tutularak geçmişleri ve aile bağları tümden silinmek, yok edilmek istenmektedir… İşte bu durumda olan birisini, garipleri, yoksulları, âmâyı, körü, sağırı, özürlüyü, evlâtlıkları, toprağa gömülen kızları, alınıp satılan kadınları, köleleri vs. toplumda ne kadar garip ve kimsesiz, hakkı yenen, ekmeği elinden alınan varsa onu koruma ve kollamayı misyon edinmiş “kimsesizlerin kimsesi” olan Allah’ın Kitabı ona sahip çıkmakta ve bizzat Zeyd diye adını vererek, egemen kabile Kureyş’ten birisi ile evlenmesi, onu kendi özgür iradesi ile boşaması ve onun boşadığı ile yine egemen kabileden birinin evlenmesi normal hale getirilmektedir. Çünkü Zeyd ile Zeyneb’in evlenmesine Peygamber önayak olmuş, tepkiyle karşılansa da aldırış etmemişti. Boşanmasına da engel olmaya çalışmış fakat engel olamamıştı.
Ayet peygamberin onunla evlenmesini şöyle gerekçelendiriyor: “Biz onu seninle evlendirdik ki ileride evlatlıklarının boşadığı bir kadın ile evlenme durumu söz konusu olursa mü’minler sıkıntıya düşmesin.” Demek ki hem eski bir köle hem de evlatlık olan Zeyd’in evliliği ve boşanması “özgürleştirildikten” sonra, onun boşadığı ile geride kalanların evlenip evlenemeyeceğine sıra geliyor. Çükü egemen kabile Kureyş eski bir kölenin boşadığı ile evlenmeyi aşağılık, rezil bir durum olarak görüyor. Muhammed de, Zeyneb de egemen kabile Kureyş’tendi. Zeyd ise bırakın Kureyş’in içinden bir kabile, Kureyş’ten bile değildi. Mekke’ye dışarıdan (Yemen’den) getirilmiş alınıp atılan bir köleydi. Peygamber onu önce fiilen sonra evlilik, boşanma gibi sosyal statü bakımından özgürleştirmiş oldu.
Demek ki olay aslında sınıfsaldır. Mesele Zeyd’in özgürleştirilmesidir. Kur’an’da isminin açıkça ve tek ona mahsus olmak üzere geçmesinden de anlaşılacağı gibi Zeyd, Kur’an’da kölelerin özgürleştirmelerinin sembolüdür.
Şu an için Muhammed, Zeyd, Zeynep vs. hepsi toprak olup gitmiştir. Peki, aslında aile mahremiyetine girip bizi pek ilgilendirmeyen bu olay ne maksatla Kur’an’a alınarak ümmetin ve dolayısıyla da insanlığın gündeminde kalması sağlanmıştır? Bu tarihsel olay üzerinden verilmek istenen evrensel mesajlar nedir? Öyle görünüyor ki bu olay üzerinden Kur’an sonraki çağlar için şu mesajları vermektedir:
- Evlâtlıklar öz oğul yerine konamaz. İnsanlığın zürriyeti birbirine karışmamalıdır. Ormandaki hayvanlar gibi kimin kime ait olduğunun, kimin kimden geldiğinin belli olmadığı bir toplumsal hayat, insanlığın soyunu tehdit eden bir durum olup nesil emniyeti açısından kabul edilebilir değildir. Bu nedenle herkesi öz anne/babası ile çağırın. Belli değilse belli edin, gerekirse nüfus kütükleri hazırlayın.
- Öksüzlere, kayıplara, sahipsizlere, sokak çocuklarına vs. sahip çıkın. Hatta daha da genişleterek sahipsiz, mahrum ve mağdur ailelere de sahip çıkın. Koruyucu kardeş aileler, ağabeyler, bacılar edinin. İmkânı olanlarınız evlâtlık edinebilir, fakat evlâtlıklarınızı kendi öz çocuklarınız yerine koymayın. Anne ve babaları bilinmiyorsa tespit edin, onları kendi anne ve babalarının ismi ile çağırın. Onlara anne/babalarının başka olduğunu ancak yanlarında bir kardeş ve dost olarak kaldıklarını söyleyin. Sevgi ve merhametle insanlara kucak açın; imkânlarınızı paylaşın, bölüşün.
- Yanınızda evlatlık olarak büyüyen çocuklar sonuçta kendi öz çocuğunuz olmadığı için, öz çocuklarınız için geçerli hukuki sonuçlar onlar için geçerli değildir. Örneğin kendi öz çocuklarınızın (boşadığı) eşleri ile evlenemezken oğullukların (boşadığı) eşleri ile evlenebilirsiniz. Bu tür konularda kimi toplumlarda varolan yanlış önyargılarla mücadele etmekten çekinmeyin.
- Başkasının yanında evlâtlık olarak büyümüş birisi, eskiden köle dahi olsa, böyle olmayan birisi ile evlenebilir. Toplumda evlatlık olarak büyüyenlere ayrımcılık yaparak “üvey evlat muamelesi” yapmayın. Onları kimsesiz, öksüz ve garip bulup zengin, aristokrat ve varlıklı ailelerden farklı muameleye tâbi tutmayın. Onların diğerlerinden tek farkı “kendi öz anne babalarının yanında yetişememiş” olmalarıdır.
- İster öz, ister üvey bütün evliliklerde tarafların birbirini sevmesi, istemesi ve duygusal yakınlık aranmalıdır. Sonuçta iki kişi arasında çok özel bir ilişki olan evlilikler kim olursa olsun “başkasının hatırı için” yapılmamalıdır…
Onuncusu: Peygamberimiz, herhangi bir veliaht bırakmamıştır. Bu konuda da bilinenler yanlış. Ne Ali’yi, ne Ebu Bekir’i, ne de herhangi bir sahabeyi, veliaht, yani, kendisinin yerine geçecek kişi olarak tayin etmemiştir. Veliaht bırakmamış, mülkiyet bırakmamış, miras bırakmamıştır; sadece Allah’ın Kitabını bırakmış, başka da bir şey bırakmadan gitmiştir ve bunu bilerek yapmıştır. Öbür türlü olsa idi, işin içinden çıkamazdı. Peygamberin hayatında son sahne şu: “Peygamberimiz kâğıt kalem istiyor.” Şiiler diyor ki “Oniki imamı yazacaktı, Ömer vermedi, engel oldu”. Sünniler diyor ki “Dört halifeyi yazacaktı”. Kadiriler diyor ki “Kadiri tarikat silsilesini yazacaktı”. Herkes, kendisinin haber verileceğini ama son dakikada Ömer’in veya oradaki birinin buna engel olduğunu söylüyor. “Peygamber, öleceği zaman kâğıt kalem istedi, oraya ne yazacaktı?” Tartışma bu. Hâlbuki herkesin üzerinde müttefik olduğu şöyle bir rivayet var, oraya bakılırsa tartışma bitebilir. Derler ki: Peygamber vefat etmeden 15 gün önce yatağa düştüğünde, ölmesine yakın bir zamanda, Ayşe’yi yanına çağırdı; kâğıt kalem istemedi. Dedi ki, yedi dirhem vardı, ne oldu? Yedi dirhem. Yedi dirhem. Ayşe dedi ki, duruyor. Peygamber, onu hemen, ihtiyacı olan bir yoksula ver dedi. Ayşe dedi ki, tamam ya Resulullah, kan ter içindesin, biz veririz, biz hallederiz. Peygamber dedi ki, hayır, hemen şimdi, şu anda, sonucu duymak istiyorum. Ayşe de gitti, yedi dirhemi bir yoksula verdi ve Peygambere, tamam, verdik dedi. Peygamberin son sözü şu oldu: “Yedi dirhem bile olsa, üzerimde herhangi bir mülkiyet, benden sonrasına kalacak bir miras olduğu halde, Rabbimin huzuruna çıkmaktan haya ederim” dedi ve öyle öldü. Peygamberin son sahnesi böyle olmuştur. Geriye herhangi bir halife, soy, hanedan bırakmamış, son olarak bunları söylemiştir. Ve bununla da büyük bir mesaj vermiştir. Muhammed Hamdullah’ın, İslâm Peygamberi adlı kitabının vefat ve defin işlemleri adlı bölümünde, bu anlattığımı, ayrıntılı bir şekilde okuyabilirsiniz. Bu, Kur’an’ın ruhuna uydur, İslâm’ın mesajına ters bir tarafı yoktur. Ama önceki rivayetler, “işgâl etti, astı, katletti, dokuz yaşında kızla evlendi…” Kardeşim, bunlar, Kur’an’da anlatılan birçok ayete ters, İslâm’ın genel prensiplerine ters, onları bu nedenle eleştirmek durumundayız…
Soru: İslâm’da cariyelik ve çok eşlilik var mıdır?
Cevap: İslâm’da cariyelik yoktur. Cariye, esir düşmüş köle kadın demektir. Eski çağlarda, esir kadınları köle yapıyorlardı, birinin yanına verilerek cariye yapılırdı; erkekler de köle yapılırdı. Bu eski dünyada, Bizans’ta, Sasani’de çokça uygulanıyordu. Hatta “kölelik ve cariyelik, savaşların tabii bir sonucuydu”. İnsanlar savaşta yenildikleri bir de borçlarını ödeyemedikleri zaman, “kendilerinin köle, kadınlarının ve kızlarının cariye olmasını göze almışlar” demekti. Savaş meydanında biri diğerini yendiği zaman, ya öldürür, ya da erkeleri köle, kadınları cariye yapardı. Bu, ta eski çağlardan beri uygulanan bir sistemdi ve bütün bir dünya tarafından da, kabul edilmişti. Beled Suresi 13. eyeti [Fekku rakabe] ile beraber, İslâm, köleliği kaldırdı. Ama teorik olarak kaldırdı, insanların bunu uygulaması gerekiyor. [Fekku rakabe]: boyunduruk altındakilerin boyundurukları kırılsın, demektir. Bu ayet, Mekke’de daha ikinci yılda gelmiş bir ayettir, ilk mesajlardandır. Zaten İslâmiyet böyle başladı. Mekke’de yeni peygamberin çıktığı, insanlığa yeni bir din getirdiği, o günkü dünya kamuoyuna, işte bu kölelere özgürlük ayeti ile duyulmuştur, yoksa dikkat çekmeyecekti. O dönem, ben peygamberim diyen, özellikle Yahudi kültürü içinde çoktu. Ama Peygamber dedi ki, köleler özgürleştirilmelidir! Efendilik-kölelik kalkmalıdır! Zengin ile yoksul arasındaki uçurum sona ermelidir! Peygamber, Mekke’nin ileri gelen zenginlerini, toprak sahiplerini eleştirmeye başlayınca dikkat çekti. Bir dakika, bu adam başak bir şey söylüyor! dendi. Kur’an’ı Kerim’de nuzül sırasına göre ikinci sure, Kalem Suresi’dir. Kalem Suresi’nde anlatılan ilk kıssa ise, [ashâbul cenneh] bahçe sahipleri kıssasıdır. Bu, Türkçeye, bahçe sahipleri diye çevrildiğinde tam anlaşılmıyor; yaşayan Türkçe değil. Bahçe sahipleri demek, Türkçedeki tam karşılığı ile, “toprak ağaları” demektir. Yani, Kur’an’ın anlattığı ilk kıssa, toprak ağaları kıssası, toprak ağalığını sona erdirmek için gelmiştir. Topraklarda çalıştırılan köleler vardı, cariyeler vardı, bunları özgürleştirmek için gelmiştir. Gelin görün ki, Peygamberin vefatından sonra, insanlar bu defa kendileri köle edinmeye, cariye edinmeye başladılar, ayetleri de ona göre yorumlamaya başladılar. Dört tane eşlilik varmış, üstüne üstlük dört tane yetmiyormuş gibi, bir de cariyelik varmış. Kur’an’ı Kerim’deki o ayeti (Meariç Suresi 30. Ayet) de şöyle çeviriyorlar: [Ezvâcihim ev mâ meleket eymânuhum] “Onlar, eşleri ve cariyelerinden dolayı kınanamazlar.” Eşleri dediği dörde kadar eş oluyor, cariye dediği de sınırsız sayıda cariye oluyor. Bunların arasındaki fark nedir? Eşin bir hukuku var, mirastan hak sahibi, karşılıklı ödevler vardır. Ama cariye, mülk gibidir, malda hakkı yoktur, ona miras falan kalmaz, iradesi yok, senin “mülkündür” yani. Cariye, cep telefonu gibi bir şeydir. Geçmişte, İslâm’da böyle bir cariye hukuku üretmişler. Kardeşim, Kur’an bu işi kaldırmış. Sen Bizans’ı ve Sasani’yi yumuşatarak, niye böyle bir cariyelik hukuk üretiyorsun! Böyle bir şey yok. İslâm’da dörde kadar evlilik diye bir şey de yok, cariyelik diye de bir şey yok. O ayette şu manaya geliyor: [Ezvâcihim ev mâ meleket eymânuhum] onlar eşlerinden dolayı yani meşru şekilde sahip olduklarından dolayı kınanamazlar. Aradaki ev yani anlamına geliyor. [Meleket eymânuhum] meşru şekilde sahip oldukları, demektir. Eymân kelimesi Kur’an’da, sağ elin sahip olduğu demek değil, sözleşme anlamındadır. Yani, sözleşme ile bir araya gelip de, meşru şekilde nikâh kıyıp da insanlara bunu duyurdukları ilişkilerinden dolayı kınanamazlar; bunu söylüyor. Kuran, (eşlerinizi) dörder, üçer, ikişer indirerek evlenin, bir sizin için en iyi olandır diyor. Peygamberimizde 59 yaşından, 63 yaşına kadar, dört yıl, (kendi için) evlenme işini durdurmuştur. Çünkü Azhab Sures 52. [Lâ yahıllu leke nisâu min ba’d] bundan sonra kadınlar sana helal değildir ayeti ile beraber kimse ile evlenmemiştir. Peygamber evlilik yapmış, cariyesi yok, kiminle ilişkiye girmişse evlenerek girmiştir. Cariye diye bilinen Maria ile evlidir; Kur’an’ı Kerim onlara, ey Peygamberin eşleri diye sesleniyor. Kur’an’ın ehl-i beyt dediği de yine Peygamberin eşleri; eşleri ile oluşan ailesidir. Peygamber bir Arap kültürü içersine doğmuş; Kuran’daki ayetler gelinceye kadar çok eşlilik yapmış, diğer sahabeler de yapmış, hemen hemen hepsi böyle; ama Kur’an’ı Kerim bu işi bitirmiştir. Bakın ne diyor: Az önceki [Lâ yahıllu leken nisâu min ba’d] bundan sonra kadınlar sana helal değildir. Dörder, üçer, indireceksiniz, bir tanesi sizin için doğru olandır, [min ba’d] bundan sonra böyle olacaktır. Hükümler geriye doğru işlemez, ileriye doğru işler. Buradan yola çıkarak diyoruz ki, İslâm toplumunda elli yıl içinde tek eşliliğe geçilmesi gerekiyordu. İslâm toplumunda, yine elli yıl içersinde, efendiliğin ve köleliğin kalkması gerekiyordu. Elli yıl içersinde zengin ve yoksul uçurumun en aza indirgenmesi gerekiyordu. Toprak sahipleri, onların topraklarında çalışan marabalar, bunların kalkması gerekiyordu. On yıl içinde babadan oğla geçme değil, meşverete ve şuraya dayalı, seçime, rızaya dayalı bir sistemin kurulması gerekiyordu. [Onları işleri aralarında şura iledir] ayeti, bunu gerektiriyordu. Kıvılcım başlamıştı; bir akıllının çıkıp, Ömer’in yedi maddelik Şura Tüzüğüne yeni maddeler ekleyerek ilerletmesi gerekiyordu; camide, ortaya bir sandık getirilip seçim yapılmasına ramak kalmıştı. Ali’de öldürülüp tasfiye edildikten sonra, Muaviye kılıcı çekti, geldi dedi ki, “Bizans ve Sasani’de imparatorluklarında olduğu gibi, siz de burada bana biat edeceksiniz, sonra da oğlum Yezit’e biat edeceksiniz, biat etmeyenin de kellesini alırım” dedi, zorla biat ettirdi, bütün ulemadan biat aldı. Saltanat böyle başladı. 91 yıl Emeviler, arkasından 550 yıl Abbasiler, 600 yıl Osmanlılar, böyle geldi geçti işte, demokrasi gelişemedi. Hele hele Kerbela sonrasında, bu iş bitti zaten; İslâmiyet, doğduğu topraklara gömüldü.