Zanka

R. İhsan Eliaçık

Twitter Instagram


R. İhsan Eliaçık

1 Eylül Barış Günü anısına…

***

Önümüze konulan ve bir mahalle pazarından sonra toplanan “lahana artıklarıyla” yapıldığı izlenimi veren “kapuska” adlı içimizi döndüren yemeğe tahta kaşık sallayan üç kişiden birisi de bendim.

Farklı ideolojik guruplardan gelmiş ve üçü de şimdi aynı “kapuskaya” talim etmek ve aynı ranzada tıkış tıkış yatmak zorunda kalan bu üç kişi; Rizeli bir balıkçının solcu, Maraşlı bir çiftçinin ülkücü ve Kayserili bir memurun İslamcı oğlu olan ben…

Rizeli balıkçının oğlu hızlı bir solcuydu. Hep “İşçi, köylü, kır gerillası” filan der dururdu. Bazen yumruğunu sıkarak konuşur, masaya vurur, kapitalizm, emperyalizm filan derdi. Gerçi orada saç sakal yasaktı ama o benim zihnimde hep “Görkemli sakalıyla Suphi” olarak kalmıştır. Ona göre Türkiye sosyalizme mecburdu. Tarihin diyalektik akışı bu istikametteydi. Bunun önünde durmak imkansızdı. Eninde sonunda sosyalizme geçilecek, sınıfsız toplum kurulacaktı.

Babası ODTÜ’de profesör olan diğer “komite” üyesi arkadaşıyla birlikte yatsı namazlarından sonra yanıma gelirler ve derin tartışmalar yapardık. Onların macerası da diğerlerininki kadar ilginç ve heyacan vericiydi.

Ankara’dan bir gurup arkadaşıyla birlikte Anadolu’nun köylerine dağılmışlardı. Rizeli balıkçının oğlu o sıralarda ODTÜ’de öğrenciydi. Başlarında o vardı. Amaçları Anadolu köylüsünü örgütleyerek devrime katmaktı. Devrimin Çin’de Mao’nun yaptığı gibi köyden şehre doğru olacağına inanmışlardı. Ve bu amaçla köylere dağılarak yaz sıcağında tarlalarda çalışacaklar, köylünün yanında olduklarını gösterecekler ve “merkez komiteden” gelen işaretle köylüleri Ankara’ya doğru harekete geçireceklerdi. Nihayet Ankara’da devrim güneşi doğacak, işçi-köylü iktidarı kurulacaktı.

Rizeli balıkçının oğlu, bu hayallerle arkadaşlarıyla birlikte gittiği Orta Anadolu’nun köylerinden hayal kırıklığı içinde geri dönmüştü. Çünkü köye gittikten bir ay sonra haklarında yayılan söylenti şuydu; “Ulan, bunlar komünistmiş. Bayram namazına bile gelmediler. Cenabetken yıkanmıyorlar, uğursuz bunlar… Mahsulün bu yıl iyi gitmemesi de bunların yüzünden…”

Rizeli balıkçının oğlu, bunları anlatır,  şöyle derdi; “Ya hoca, işte böyle… Bizimle uğruna gençlimizi adadığımız bu halk arasında kapatılması mümkün olmayan bir mesafe var; din… Bu işi bir türlü çözemedik. Camiye gitsen devrimcilik elden gidiyor, gitmesen vatandaş damgayı vuruyor… Benim anlayamadığım, siz niye camiye gitmiyordunuz? Halbuki git camiye, bir aşır oku, bir vaaz ver, tamam. Köylü etrafında pervane olur. Elinizdeki bu imkanı neden geri tepiyorsunuz? Hadi biz dinsiz komunistiz, halk bize onun için şüpheyle bakıyor, peki sizin derdiniz ne? Anladığım kadarıyla sizin de halkla aranız pek iyi değil…”

Ben de “Orası uzun hikaye, geçelim” der savuştururdum. Ama sorduğu sorular çok anlamlıydı. Cezaevinden çıktıktan sonra bir anda ortalığı kaplayan “Cuma namazı, daru’l-harp” vs. tartışmalarına bir türlü içimin atmaması beklide bu yüzdendi.

***

Maraşlı çiftçinin oğlu ise ateşli bir ülkücüydü. Ben onunla da konuşur, hemhal olurdum. Ama solcu ile ülkücü asla birbirleriyle konuşmazlardı. Mamak Cezaevine ilk geldiğimizde önce onların koğuşuna gitmiştik. Cezaevinin girişinde bizi sorgulayan başçavuş, namaz kılıyorlar diye onların yanına vermişti.

Bir akşam üstü Ankara’nın Mamak semtindeki nizamiye kapılarından içeri girdiğimiz Mamak garnizonu, Hüseyin Gazi dağının eteklerinde bir askeri kışlaydı. Taş duvarları kalın cezaevi ise asker hükümlüler için yapılmıştı. 12 Eylül darbesiyle Türkiye çapında büyük yargılamaların yapıldığı, örgütlerin sorguya çekildiği bir merkeze dönüştürülmüştü.

Cezaevinin girişinde başçavuş bizi sorgularken, arkamızda ışıklı pırıltılarıyla Ankara görünüyordu. Tam yirmi beş yıl önce, bir Ağustos gecesiydi. O zamanlar 18 yaşındaydım. Benimle birlikte 18-19 kişi daha vardı. En önde ben duruyordum.

Başçavuş “Necisiziniz ulan” diye sorunca ben “Müslümanız” deyiverdim. Bunun üzerine  başçavuşun yüzünün rengi attı, sinirlerek “Ulan ne demek bu, biz gavur muyuz, ben size necesiniz diye soruyorum, sağcı mı solcu mu, ne haltsanız onu söyleyin!” diye çıkıştı. Ben yine “Sağcı da solcu da değiliz, Müslümanız” diye ısrar edince Başçavuş iyice küplere bindi. Bu sefer, “Bak oğlum, tepemi attırma, alırım ayağımın altına. Kimisi din, iman, vatan, millet filan diyor, kimisi de, özgürlük, eşitlik, devrim mevrim diye tutturmuş, siz ne diyorsunuz, onu soruyorum?”  Verdiğim cevap bardağı taşıran son damla oldu; “Valla, başçavuşum bizde ikisi de var!” Sonuçta Başçavuş, üzerimizi aratıp birkaç kişide misvak, takke vs. bulunca “namaz kılıyorlar” diye önündeki askere şöyle dedi; “Yaz lan, sağcı…”

Böylece ben Maraşlı çiftçinin ülkücü oğlunun kıdemlisi olduğu B blok ikinci koğuşa gönderildim. Onbeş gün sonra 12 Eylül olup da koğuşlar karıştır-barıştır yapılınca Rizeli balıkçının oğluyla da aynı koğuşa düştük ve “kapuskaya” hep birlikte tahta kaşık sallamaya başladık…

İşte o Maraşlı çitçinin oğlu, ilk koğuşlarına gittiğimde beni sorguya çekmişti. 25-30 kişilik küçük koğuşun kapı girişindeki yerine ranzasını kurmuş, etrafını şerit gibi örtüyle çevirerek bir tür “otağ” kurmuştu. Ranzanın tepesinde bir “tuğ” eksikti. Gazeteler önce ona gelir, gerekli sansürleri “teşkilat” adına o yapar, sırayla okunduktan sonra  en son sıradaki bana ancak öğleden sonra sıra gelirdi.

Beni, etrafı yatak nevresimi ile çevrili “otağına” aldığında, bir taraftan elinde tablasıyla sigara sarıyor, diğer yandan soruyordu. Sardığı sigara kağıdının ucunu diliyle ıslattıktan sonra parmaklarıyla çevirerek bastırması bir iki dakika sürüyordu. Bu arada hiç konuşmuyordu; “karizma” yapıyor, “racon” kesiyordu. Sonra perdeyi hafiften aralayıp “Oğlum, ateş” deyince perde arasından “şak” diye bir çakmak yanıverdi. Sigarasından bir fit çekip ranzanın tavanına doğru üfledikten sonra, “Bak hemşerim, haberinizi gazetede okudum. Dağda yakalanmışsınız, kamp yapıyormuşsunuz. Bunlar beni ilgilendirmez. Biz burada ortak yaşıyoruz. Teşkilat var, paralarını bize vereceksin. Hep birlikte harcayacağız…” diye konuşmaya başladı.

Ben de “Ya ne parası, bir haftadır oradan oraya perişan durumdayız. Bende üzerimdeki pejmürde kıyafetlerden başka bir şey yok. Varsa siz bana verin…” vs. dedim. İki yandan çenesine kadar sarkmış “Yavuz” bığınının altından hafiften gülerek; “Desene sende züğürtsün”. “He ya, benden yağ çıkmaz, siz bana bir yer gösterin, bir haftadır uykusuzum, biraz kestireyim, başka bir şey istemem” dedim.

Daha sonra “yedi leşi” olduğunu öğrendiğim Maraşlı çitçinin oğluyla diğer koğuşa nakledildik. Onun kıdemi, karizması ve raconu 12 Eylül sabahı, volta yerinde yüzüstü yatırılmış vaziyette üzerimizde gezen komando askerlerin “Bitti lan, sağcılık solculuk bitti. Bundan sonra hepiniz Atatürkçüsünüz” naralarıyla peş paralık olmuştu. Zoraki saç sakal traşıyla ortaya çıkan “cascavlak” kelle de cabası…

Maraşlı çiftçinin ülkücü oğlu namaz kılardı. Daha çok namazı ben kıldırırdım, onlar da cemaat olurdu. Koğuşlar karıştırıldığı için, ben namaz kaldırırken solcular toparlanır, sessizce dinlerlerdi, gürültü yapmazlardı. Ama bazen ülkücü namaz kıldırınca gürültü yaparlar, hiç oralı olmazlardı. Namazdan sonra sorardım; “Bakın, namaz aynı namaz., neden ben kıldırınca susuyorsunuz da o kıldırınca gürültü çıkarıyorsunuz?” Şöyle derlerdi; “Bırak hoca, onlar faşist, önce ellerindeki kanları temizlesinler, abdest mabdest temizlemez onları…”

Bu yüzden olacak Maraşlı ülkücü sık sık “Aslında siz yeşil komunistsiniz, bak solcularla aranız kallavi, dışınız yeşil içiniz karpuz sizin. Hatta onlardan daha tehlikelisiniz” diyerek sataşırdı. Ona göre ülkücüler beş bin şehit vererek Türkiye’nin bir Sovyet eyaleti haline gelmesine mani olmuştu. Müslümanlık sadece dua etmekle olmazdı, mücadele edilmeliydi, gerekirse İslam için kan verilmeliydi. Ülkücüler bunu yaparken selametçiler (bize öyle derlerdi) yorganı kıvırıp yatıyordu…

***

Bir gün Rizeli balıkçının oğlu elinde bir gazeteyle bizim hücreye geldi. Yanımda Maraşlı çitçinin oğlu da vardı. O gelince kalkıp gitmek için davrandı, fakat ben omzundan bastırarak oturmasını sağladım. Rizeli, “Bak hoca ne yazmış ‘it oğlu it’ diyerek okumaya başladı.. Hatırlayabildiğim kadarıyla, yazıda,  o zamanlar yeni okuduğum Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” romanındakine benzer temalar işleniyordu.

Yani Anadolu’yu aşağılayan, Anadolu insanına yukarıdan  bakan, “aristokrat” usluplu, “dönmelik” makamında havalar: Çiğ köfteyi diline doluyor, lahmacunla alay ediyor, türkü söylemenin köylülük olduğundan dem vuruyor, oruç tutmanın, namaz kılmanın geri zekalılık olduğunu, dinin korku neticesi ortaya çıktığını vs. anlatıyordu.

Birden üçümüz de sustuk ve birbirimize bakakaldık. Sanki damarımıza basılmıştı. O anda sanki aynı kumaşın desenleri olduğumuzu farkedivermiştik. Aşağılanan, alay edilen doğrudan doğruya bizdik. Solcu, ülkücü, İslamcı vs. değil, düpedüz biz. Bu “biz” başka bir şeydi. O ana kadar hiç farketmediğimiz bir şey.

Yazıyı dinlerken, çocukluk yıllarım, memleketim, anam-babam bir şerit gibi gözümün önünden geldi geçti. “Burada aşağılanan benim, geçmişim, hatıralarım” deyiverdim. Baktım onlar da aynı şeyi söylüyor. Bir anda sağıcılığı solculuğu unutarak “Anadolulu” oluvermiştik. Hava iyice değişmişti…

Önce Rizeli aldı sazı eline; “Ordunun dereleri aksa yukarı aksa…”

Sonra Maraşlı tiz bir çıkış yaptı; “Maraşlı Şeyho’nun oğluyum ben…”

Ve sıra bana geldi; “Gesi bağlarında dolanıyorum, yitirdim yarimi aranıyorum…”

Ve hiç durmadan, belki de bir saat, türkü üstüne türkü söyledik. Yazıya cevabımız bu olmuştu. Hem de ne cevap! Tam damardan girmiştik. Orada tam anlamıyla “biz” oluvermiştik. Ah, o biz, nasıl bizdi o… Damağımda öyle bir tat bırakmıştı ki, yıllarca onu arayacaktım…

***

Kapuskaya tahta kaşık sallayan o üç kişiye ne mi oldu?

1981 yazı sonunda Mamak’tan çıktım. Onlar birkaç yıl daha yattı. Sonra onlarda çıktı. Yıllarca kendilerinden haber alamadım.

Yıllar sonra İstanbul’un bilbordlarının “Tarkan Konserlerinin”nin afişleriyle donatıldığı bir zamanda, birisini “Demedim mi Haydar, bu İstanbul yutar adamı” şarkısı eşliğinde “Yosmalar içinde kepaze olduk (hocam)” derken, diğerini de “Kızıl Elma Koalisyonunda” nutuk atarken gördüm…

Bense o “biz”i aramaya devam ediyorum.

Aslında aynı damardan gelen üç kuşağın dramıydı bu. Her defasında başka bir kılıkta görünen, her defasında başka bir jargonla başkaldıran masum Anadolu’nun saf çocukları… Öyle derin, öyle bencileyin…

Kapuskaya gelince…

25 yıl oldu hala “lahana” yiyemiyorum.

(İ. Eliaçık/Gerçek hayat öyküleri, Mart 2005/ Bayrampaşa/İst.)



Bu içeriğe emoji ile tepki ver