Biz ona “profesör” derdik. Gerçekten de iyi yetişmiş bir profesördü. Beş dil biliyor, hepsini de ana dili gibi konuşuyordu. Uzmanlık alanı “Türk Devrim Tarihi” olmakla birlikte, derin bir genel tarih bilgisine sahipti. Osmanlıcaya vakıf, Fars edebiyatına hâkimdi.
50 yaşlarında olan “profesör” koğuşa getirildiğinde tir tir titriyordu. Saçları üç numara ile tıraş edilmiş; ağzı, gözü yara bere içinde; elleri ve ayakları davul gibi şişmişti. Üzerindeki elbiseleri sırılsıklam ıslanmıştı.
Hava alma kapısı açılıp dışarıdan “sol, sol, sol sağ sol” komutlarıyla birisinin geldiğini görünce, yerimden kalkarak koğuşun demir parmaklı kapılarından dışarıya baktım. Profesör koşar adım avluda tur atıyor, arkasında üç dört eli coplu asker ona “sol, sol, sol sağ sol” diye komut veriyordu. “Daha hızlı, daha hızlı” komutuyla hızlanıyor yorulunca aynı komutla tekrar başlıyordu. “Karın içeri, göğüs dışarı, başlar dik, sol sağ sol” komutlarıyla, bir yandan ayaklarına coplar yiyor diğer yandan “Her Türk asker doğar”, “En büyük Türk, Atatürk” diye bağırtılıyordu.
Geçenlerde bizim çocuklarla gittiğim “Hey Gidi Karadeniz” konserinde, “Dik başını oyna, eller cetvel, başlar dik, oyna horon oyna” türküsü başlayınca profesörün bu halini hatırladım. Herkes ayağa kalkmış horon tepiyordu. Bense yerimde dalgın vaziyette kalakalmıştım.
Profesör koğuşa getirildiğinde onu ilk ben karşıladım. Çünkü benim işim buydu. 70 kişilik koğuşta yapılan görev taksimatında bana bu iş verilmişti. Koğuşa ilk gelenleri bir anlamda “rehabilite” etmek ve burada nelere dikkat etmesi gerektiğini anlatan bir işti bu. Keza “koğuş kıdemlisi”, “ekmekçi”, “karavanacı”, “postacı” gibi işlerde koğuştaki sol ve sağ tutuklular arasında varılan “gizli konsensüs”le paylaşılmıştı.
En stratejik görev postacılıktı. Çünkü postacı, ziyaret günlerinde dışarı çıkar, eşya getirip götürürdü. Bu sırada ufak kâğıtlara yazılı mesajları diğer koğuşlara veya ziyaretçilere “zulasında” götürüp getirir, bir tür iç haberleşmeyi sağlardı. İşin ilginç yanı bu postacılık işi de bizdeydi. 70 kişilik koğuşta iki görev bize düşmüştü; karşılamacı bendim, postacı da Kayseri’den başka bir arkadaş.
Profesör, bitkin bir halde kendini yüzüstü yatağa attı. İnliyor, sızlıyor, kıvranıyordu. Yanına gelerek “Hemşerim üstündekileri çıkar istersen” diye seslendim. Hiç duymadı, ağrılarından sağa sola bile dönemiyor, heykel gibi kaskatı kesilmiş, sadece titriyordu.
Bir iki saat inleme ve sızlamalarla karışık öylece yattı. Yavaş yavaş kendine geldiğinde sadece gözlerini açarak yan tarafa doğru bakmaya başladı. Ben yanına giderek ranzanın kenarına oturup ona bir şeyler anlatmaya başladım; “Hemşerim çabuk toparlanman lazım. Bizde geldiğimizde senin gibiydik, merak etme geçer. Birazdan öyle sayımı var, ona yetişmelisin, aksi halde tekrar banyoya götürürler…” vs.
“Banyo yapmak” deyiminin orada özel bir anlamı vardı. İlk gelen tutuklu, malum üstü başı kir içinde olduğu için banyoya götürülür ve orada iyice bir temizlenirdi. Bu işlem şöyle olurdu: Ana kapıdan ilk girenler önce “kafes” denilen yere konur, orada sağlı sollu yumruklarla “olaya” hazırlanırdı. Onlarca asker, kimisi kafesin içine girerek kimisi de parmaklık aralarından yumruk sallayarak rastgele vururlardı. Biz kafesteyken böyle böyle saatlerce “antrenman” yapmıştık. Asker sağlı sollu kroşe ve aparkatlarla girişirken, esas duruşunuzu bozmayacaktınız. Aksi halde yeni bir tur daha başlardı.
Ben o zamanlar boks çalışmıştım. Arkadaşımın ağabeyi boks şampiyonu idi. Onların yanında boksa merak salmış ve epeyce ilerletmiştim. Asker bana “ulan, esas duruşunu bozma” deyince işkence başlıyordu. Sağlı sollu kroşeler gelmeye başlayınca ben bir türlü esas duruşta duramıyor, hemen “gardımı” alıyordum. Fakat bu benim hiç de hayrıma olmuyordu. Asker vuramayınca “antrenman” tekrar başlıyordu. İyice sinirlenen asker çileden çıkarak bu kez tekme tokat rastgele girişiyordu. Böylece gardımı bozmak ve refleksiz hale getirebilmek için en az iki ay uğraştılar. Bizden sonra yağmur gibi tutuklu gelmeye başlayınca, arkalarda kaldık ve gard vaziyetine de pek gerek kalmadı.
Lan (orada herkese “Lan” denirdi, kimse ismiyle çağrılmazdı. Bu nedenle cezaevinin bir ismi de Lanistan’dı), kafesten çıkarıldıktan sonra A, B, C hangi bloğa gidecekse oraya doğru etrafına askerler dizilir, “sol, sağ, sol” komutlarıyla banyoya götürülürdü.
Bize banyoya gideceğimiz söylenince, “Oh be, nihayet bu çileden kurtuluyoruz. Yıkandıktan sonra artı yatak yüzü görebileceğiz” diye sevinmiştik. Sıra sıra dizili kabinlerden oluşan banyoya geldiğimizde ben “havlu yok, sabun yok neyle yıkanacağız” diye sağa sola bakınıyordum ki birden “Gir lan içeri” diye bağıran askerin iteklemesiyle yüzükoyun banyo kabinin içine kapaklandım. Kabine üç dört asker daha girdi, ayaklarımı havaya kaldırdılar ve su dökerek coplamaya başladılar. Sonra ayağa kaldırıp ellere, kollara, bacaklara coplar peş peşe inmeye başladı. “Banyo yapmak” dedikleri şey işte buydu.
***
Profesör de böyle bir banyodan sonra koğuşa getirilmişti. Ben ranzada profesörle konuşurken içeriye gardiyan askerler girdi. Asker girerken en yakında kim varsa, o, “Dikkaaat!” diye bağırır ve bütün koğuş ayağa kalkarak esas duruşa geçerdi. Başlar dik, göğüs dışarı, karın içeri vaziyette bulunduğunuz yerde mıh gibi dururdunuz. Asker sağ elindeki copu, avucunun içine hafif hafif vurarak aralarda dolaşırdı. Lan, mıh gibi dururken elindeki copu burnuna, yüzüne gözüne sürer pis pis sırıtırdı. Mesela bir Lan’ın yanına gelerek baştan aşağı süzer, tam “Aç lan avucunu,” diyeceğini sanırken başka birisinin yanına giderdi. “Gözünün üstünde niye kaşın var” türünden bir bahane bularak, “Hımm” çeker; beş, on, on beş cop ceza keserdi. Coplanan Lan tir tir titrerdi. Genellikle onuncu copa gelindiğinde eller tutmaz olur, avucunu dümdüz açamazdı, zira parmakları dökülürdü.
Asker “Az önce gelen kimdi?” diye sorarak, profesörü yanına çağırdı. Profesör sallanarak yanına gidince tekme tokat girişti. “Git yeniden gel,” dedi. Profesör bu sefer koştu ama giderken ne “Emret komutanım,” dedi ne de askerin yanına gelince esas duruşa geçti. Bunun üzerin asker beni çağırdı, “Hani hoca buna hiçbir şey öğretmemişsin,” diye çıkıştı. Bende henüz yeni geldiğini, yatağından bile kalkamadığını filan söyledim. Tamam dedi, “Akşam sayımına her şeyi öğrenecek, İstiklal Marşı’nı ve Gençliğe Hitabe’yi ezbere okuyamazsa birlikte banyoya gidersiniz, ona göre,” dedikten sonra “Anlaşıldı mı lann!” diye bağırdı. Bu durumda ondan daha gür bir sesle, koğuşu çınlatırcasına “Anlaşıldı komutanım!” diye bağırmazsanız yeni bir cop ziyafetine hazır olmalıydınız.
Askerler gidince profesörü bir köşeye çektim. “Bak hocam,” dedim, “Şu İstiklal Marşı, şu da Gençliğe Hitabe… Bunları ezberleyeceksin, üç-dört saatin var. Akşam sayımında seni imtihan edecekler, eğer ezbere su gibi okuyamazsan birlikte banyoyu boylarız, ona göre,” diye tembihledim.
Ayrıca bazı “tüyolar” vermeyi de ihmal etmedim tabi. Verdiğim tüyolar şunlardı; “Ezber demek, takılmadan hızla okuyup, geçmek demekti. Kelimeyi yanlış da söyleyebilirdin, önemli olan takılmamaktı. Çünkü askerler ne İstiklal Marşı’nı ne de Gençliğe Hitabeyi bilmezdi. Hızla okuyup geçince ezberlenmiş sayarlardı…”
Profesör buna inanamadı. “Olamaz böyle bir şey,” filan dedi. “Akşam sayımında büyük ihtimalle bana okuturlar, o zaman beni dinle bazı kelimeleri yanlış telaffuz edeceğim, fakat teklemeden hızla geçeceğim. O zaman görürsün,” dedim.
Profesör bir kenara çekilip İstiklal Marşı’nı ve Gençliğe Hitabe’yi ezberlemeye başladı. Verdiğim yazılı kâğıtların üzerinde adeta uğunuyordu . Ortaokul yıllarımda biraz hafızlık çalışmam olduğundan ona ezber tekniklerini anlattım. İstiklal Marşı’nı en son beyt inden başlayarak ezberlemesini söyledim. Önce bir mısrayı on kere okuyacak, sonra diğerini, sonra iki mısralık beyti tekrar on kere, sonra aynı şekilde diğerlerini, en son dörtlü kıtayı on kez daha, böyle böyle yukarıya doğru geleceksin dedim. Okuduğu kâğıdın üzerine kapandı, hafızlar gibi başını öne arkaya sallayarak öylece üç-dört saat çalıştı.
En son nasıl olmuş diye kontrole gittim. “Hocam oku bakalım,” diyerek “ezberini almaya” başladım. Esas duruşunu, tekmilini tekrar ettirdim ve okumaya başladı. Hafızası bayağı kuvvetliymiş, İstiklal Marşı’nın tamamını bitirdiğinde 12-13 yanlış saydım. 5-6 kez de teklemişti. “Bak hocam, bu yanlışlar önemli değil, teklemeler üzerine biraz daha çalış, gözünü seveyim, sakın tekleme,” diye sıkı sıkıya tembihledim. “Tamam,” dedi, “düzeltirim onları da sen merak etme!”
Derken akşam sayımı için gürültüler gelmeye başladı. Askerler koğuşlara giderken tek sıra oluyorlar, uygun adım marş sloganlar söyleyerek geliyorlardı; “Ne mutlu Türküm diyene”, “Her şey vatan için”, “Her Türk asker doğar”, “En büyük Türk, Atatürk”
Önce uzaktan gelen sesler giderek yakınlaşıyor, bizim koğuşa doğru geldiklerini anlıyordunuz. Tüm koğuş telaş içinde sağa sola kaçışıyor, koğuş kıdemlisi “Yatakları düzeltin, etrafı toplayın, haydi sayıma!” diye bağırıyordu.
Sayım mangası avluya geldiğinde biz de hücrelerimizin önünde tek sıra dizilmiş bekliyorduk. Koğuş kıdemlisinin komutuyla aynı tek sıra avluya çıkıyorduk. Dışarı çıkarken aynı onlar gibi askeri sloganları bağırıyorduk. Avlunun karşısında elleri arkadan bağlı, “rahat” komutu vaziyetinde bekleyen manganın karşına diziliyorduk. Kıdemli ile görüşen koğuş sorumlusu asker tekmili veriyordu; “…70 tutuklu ile emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!”
Sayım mangası başçavuşu bütün koğuşu şöyle bir süzdükten sonra, “Merhaba!” diyor biz de yırtılırcasına, sert bir sesle “Sağ ol” diye karşılık veriyorduk. “Sağdan say!” komutu ile “Bir, iki, üç, dört… yetmiş son!” diyerek sayımı bitiriyorduk.
Eğer herhangi bir durum yoksa sayım mangası “Sola dön, uygun adım marş!” la gidiyordu. Biz de geldiğimiz gibi koğuşa giriyorduk. “Sıra açıl, marş!” komutu gelirse bir durum var demekti.
Nitekim beklediğim oldu ve “Sıra açıl, marş!” komutuyla birer adım öne doğru sırayı açtık. “Rahat” komutundan sonra genellikle başçavuş, durumun ne olduğuna dair bir konuşma yapar, talimat vs. varsa onu okurdu. Bazen de nutuk atardı.
Bu seferki durum Atatürkçülük eğitiminin nasıl gittiğini kontrol etmekti. Koğuştan rastgele tutuklular seçiliyor ve onlara şunu oku, bunu oku diyerek ezber isteniyordu. Birkaç kişiye sorular sorulup, cevaplar alınmaya başlayınca profesörle göz göze geldik. Askerler aralarda dolanıyor, kimi gözüne kestirirse ona soru soruyordu. Akşam sayımına ezberlerin hazır olmasını isteyen askerin gözü profesördeydi. Yavaş adımlarla onun yanına doğru gitti. “Tamam” dedim, macera başlıyor.
Asker profesörün yanına gelerek etrafında bir tur attı, sağ elindeki copu sol elinin avuç içine hafif hafif vurup kaldırıyordu. “Sendin değil mi yeni gelen,” deyince profesör hiçbir şey söylemeden önce tekmil verdi, sonra “evet komutanım” dedi. Giriş oldukça başarıldıydı. Tekmil vermeden cevap verseydi, ilk cop dalgası gelecekti. Allah’tan iyi atlattı, tabii bunda benim payımı unutmamak lazım! İlginçtir, şimdi garip geliyor ama o halet-i ruhiyede insan kendini sorumlu hissediyor, kendinizi talebesi imtihana çekilen öğretmen gibi hissediyordunuz. Hâlbuki ne alakası var!
Soruyu almış olacak ki birden gür seda ile profesör, İstiklal Marşı’na giriş yaptı. Sesinin yankısı Hüseyin Gazi Dağı’nın eteklerinden yankılanıyordu. İlk kıta, ikinci kıta… Çok iyi gidiyordu. Hiç tekleme yoktu, makineli tüfek gibi tak tak döktürüyordu. Ben de nefesimi tutmuş bekliyordum.
“Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım…” mısrası ile başlayan kıtaya çok çalışmasını söylemiştim. Çünkü bu kıtada sürekli tekliyordu. “Yaşarım, şaşarım, aşarım, taşarım” kelimelerini birbirine karıştırıyor, hangisini söyleyeceğini düşünüyor ve o sırada duraklama oluyordu.
Nitekim korktuğum başıma geldi. Profesör; yaşarım, aşarım ve taşarımı karıştırdı. Acaba hangisiydi diye cümle sonlarında durakladı, affedilmez suçu işlemişti bir kere. “Canavar” gibi başlayan okuma askerin “dur” sesiyle kesildi. Çünkü asker kelimelere değil, duraklayıp duraklamadığına bakıyordu. “Olmamış, ben sana iyi çalışmanı söylemiştim,” diyerek çıkıştı. Her iki eline onar cop yemeye hüküm giymişti çoktan. Copları yerken bir elden diğerine geçmek bir iki dakika alıyordu. Çünkü profesörün elleri tir tir titriyor, kaldıramıyordu. Onar cop yedi ama hem zorundan hem de acıdan dişini sıka sıka zor atlattı.
Bununla da kalmadı Gençliğe Hitabe’ye geçti. O İstiklal Marşı kadar iyi değildi, ben de zaten umutlu değildim. Orada da “Bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen,” cümlesini hatırlayamayarak tekledi. Bir on cop da ondan, etti yirmi. Tamam dedim, banyoyu boyladık.
Asker arka sıranın sonlarında duran benim yanıma doğru geldi ve “Oku da görsün profesör” dedi. Ben İstiklal Marşı’nın ve Gençliğe Hitabe’nin tamamını bir çırpıda okudum. Fakat profesöre söylediğim gibi birçok kelimeyi yanlış telaffuz ettim ama asla teklemedim! “Feda”yı “ferda”, “istiklal”i “istikbal”, “cüda”yı “cuma”, “ebediyen”i “edebiyen” olarak okudum. Keza Gençliğe Hitabe’de, “şerait”i “şeriat”, “bedbaht”ı “berzah”, “gaflet”i “gofret”, “hıyanet”i “hitabet” olarak okudum ve yine asla ve zinhar duraksamadım, teklemedim!
Asker profesörün yanına gelerek, “Bak gördün mü, işte böyle!” dediğinde profesör zorundan patlayacak gibiydi. İçinden bas bas bağırmak ve haykırmak geçmiş olmalıydı.
Allah’tan sayım gecikti ve “Geriye dön, istikamet koğuş, marş marş!” komutuyla içeri girdik. Bu arada banyodan da yırtmıştık. İçeri girdiğimizde profesör ranzaya kendini yüzüstü attı. Ellerini yatağa, başını yastığa vurarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ağlaması adeta kükremeyi andırıyordu.
Yatakta kendini yerden vuran “Türk Devrim Tarihi” profesörüydü. Oğlu sol bir örgütten yakalanmıştı. Örgüte yardım ve yataklık etmekten onu da getirmişlerdi. Biraz sol eğilimi vardı ama esas itibariyle sıkı bir Atatürkçüydü.
Profesör, en az bir saat hiç kalkmadı. Baktım, sonra sesi kesildi, ranzada yan tarafı üzerine yatmış sessizce, gözünü sabit bir noktaya dikmiş öylece bakıyor… Yanına geldim, gözü hâlâ o sabit noktada. El kol hareketi yaparak, “Hışşt, hocam buraya bak, tamam geçti,” filan diyorum. Gözünü kaldırdı ve bana manalı manalı bakmaya başladı. Ben ona, o bana bakışıyoruz. Öylece hiçbir şey söylemeden… Bakarken gözlerinin nasıl dolduğunu ve tık tık damlaların nasıl döküldüğünü adım adım izliyorum, daha dün gibi.
Derin bir nefes aldıktan sonra doğruldu ve ilk söylediği şu oldu; “Vah memleketim, vahh!”
“Biz boşuna okumuşuz, boşuna didinmişiz, Türkiye bu ha, inanamıyorum, olamaz, olamazzz…”
“Evet, hocam, maalesef bu… Size de bize de çok iş düşüyor,” dedim.
O günden sonra profesörle iyi arkadaş olduk. Neler konuştuk neler… Ondan çok şeyler öğrendim. Başlangıçta ben onun uyduruktan hocasıydım ama o olgun yaşıyla bana hep hocalık yaptı. Osmanlıca ve Farsça sevgisini, İbni Haldun sosyolojisini, olaylara ekonomi-politik bakış açısını hep ondan öğrendim. Ben 18-19 yaşında bir gençken o, 50 yaşlarını geçmiş bir bilim adamıydı.
Çıktığında Mehmet Akif’in kabrine gideceğine yemin etmişti. “Şu ana kadar hiç sevmezdim Akif’i ama adam müthiş şiir yazmış, ruhumu onda buldum. Manevi hatırasından özür dileyeceğim. Vah Akif’im vah!” dedi, durdu hep.
Ben de onunla birlikte Mehmet Akif’i hep sevdim. Onca berbat muameleye rağmen Akif’e de İstiklal Marşı’na da hiç küsmedim. Bugün “İslamcılık, Türkiye’nin İstiklal Marşı’nı yazabilen ruhudur” diyorsam, o yıllarda profesörle yaptığım uzun konuşmaların, Akif ve İstiklal Marşı tahlillerinin payı oldukça büyüktür.
Sonradan anladım ki profesör, İstiklal Marşı’nı askerin yüzüne bağırarak okurken meğer isyanları oynuyormuş. Copla başlayan okuma, sonunda namuslu bir memleket evladının vicdani isyanına dönüşmüş.
***
Profesör bizden önce cezaevinden çıktı. Ondan birkaç ay sonra da biz çıktık. Aradan yıllar geçti. Ben, onun artık çok değişmiş olduğunu düşünüyordum. Nitekim tahminimde yanılmadığımı gördüğümde, aradan 13 yıl geçmişti.
1993 Mart’ında İstanbul’a, Değişim Dergisi’nin üçüncü sayısı hazırlıkları için gelmiştim. Turgut Özal’ın cenazesi kaldırılıyordu. Fatih Camisi’nden çıkan cenaze korteji, Vatan Caddesi’nden Topkapı’ya doğru mahşeri bir kalabalık eşliğinde yürüyordu. Ben de Fatih’teki dergi bürosundan çıkarak cenazeyi izlemek istedim.
Vakıf Guraba Hastane’sinin önlerinde bir yerden gazete aldım. Hem gidiyor hem etrafı seyrediyor hem gazeteye bakıyordum. İç sayfalarda bir taziye ilanı gördüm. Okuduğumda birden donakaldım; “Bu bizim profesör,” dedim. Ta kendisiydi, vefat etmiş cenazesi de bugün kaldırılıyormuş. Hemen geri dönüp doğru cenazenin kaldırıldığı camiye gittim. Cami, Üsküdar tarafındaydı…
Camiye geldiğimde musalla taşında bir tabut, etrafında insanlar duruyordu. “Bu cenazenin sahipleri kim?” diye sorunca, gösterdiler. Yanlarına giderek taziyede bulundum. Etraftakiler sessizce bekliyordu. Camide 100-150 kişi ya vardı ya yoktu. İçimden bir hesap yaptım, profesör o vakitler 50 yaşında olduğuna göre, şu an 63 yaşında olmalıydı. Aradan 13 sene geçmişti demek… Orada duyduğum en güzel sözler, “Rahmetli namazında niyazında, kaliteli bir adamdı,” gibi cümleler oldu. Konuşulanlardan profesörün sözünde durduğu anlaşılıyordu.
“Siz nesi oluyorsunuz?” şeklindeki soruya, “Hiç, talebesiydim,” filan dedim. Cenaze İstanbul’dan köyüne götürüleceği için mezarına gitmem imkânsızdı. Profesör, talebeyken, köyünden getirdiği anasının kurutulmuş tarhanalarını anlatmakla bitiremezdi. Hani şu yoğurtla yapılanı.
Cenaze namazından sonra arabaya kadar cenazeye omuz verdim. Ve arkasından bakarken o tık tık damlayan gözyaşları gözümün önünden geldi geçti. İçimden, ona ranzada söylediğim şu cümle dökülüverdi; “Evet hocam, size de bize de çok iş düşüyor…”
(R. İhsan Eliaçık; Mehmet Akif, “Profesörün istiklal marşı”, birinci baskı ist., şubat 2004)