Zanka

R. İhsan Eliaçık

Twitter Instagram


R. İhsan Eliaçık

Bir fabrikaya gitseniz ve orada bulunan ortalama bir işçiye; ”Seni sömürüyorlar, hakkını alamıyorsun, yoksulsun, fakirsin” diye telkinde bulunsanız, işin içinden çıkamayıp anlattığınız şeyler kendisine ağır gelecek ve büyük ihtimalle tartışmanın sonunda şöyle diyecektir: ‘‘Allah’ın takdiri ne yapalım. Zenginleri zenginlikleri ile yoksulları da yoksullukları ile imtihan ediyor. Zenginler şükretmeli, yoksullar da sabretmeli. Ne yapalım dünyanın düzeni böyle kurulmuş, Allah böyle takdir etmiş, kaderimizde olanı yaşıyoruz, alnımızın yazısı böyleymiş” der. Nereye giderseniz gidin alın yazısı ve kaderden kaçamayacağımızdan, bütün bunların önceden belirlenmiş olduğundan bahsederler. Böylelikle kişi kendisine  zulmedenlere, baskı uygulayanlara, başına gelenlerin hesabını bir türlü soramaz. Hesap sormaya gerek yok, zaten her şey önceden yazılmış diye düşünür.  

Acaba böyle bir inanç İslam’da var mı? Bu inanç imanın şartları haline de getirilmiştir. İmanın şartları neydi? Allah’a iman, Meleklere iman, Kitaplara iman, Peygamberlere iman, Ahiret gününe iman, Hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna iman. Kaza ve kadere iman inancı ile denmek istenen; başınıza her ne kötülük ve iyilik geliyorsa bu Allah’tan geliyordur. Bunlar fıkıh kitaplarında bu şekilde formülize edilmiştir.

Oysa İslam dininin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’de ‘kadere iman’ diye bir şey yok. Kadere iman, imanın şartlarından da değil. Müslümanlar kadere iman ederler diye bir kural da yok. Kadere iman tam tersi bir Emevi doktrini. 

Peki nasıl?

“Sen ve senin gibiler  döndürüp dolaştırıp İslam’da kötü giden ne varsa Emevilere yükleyip işin içinden çıkıyorsunuz” diyebilirsiniz. Bunu söylemekte haklısınız. Çünkü İslamiyet Emevi karşı devrimine uğramıştır ve  Kerbela’da doğduğu topraklara gömülmüştür. Sürekli söylediğim gibi; Sovyet Devrimi de en fazla 7-8 yıl sonra gömülmüştür. Türkiye’de Cumhuriyet Devrimleri de doğduğundan 10 yıl sonra gömülmüştür. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik diye başlayan Fransa’daki Aydınlanma Devrimi de en fazla 7-8 yıl sonra doğduğu topraklara gömülmüştür. Devrimlerin hepsi gömülmüştür. Yaşayan hiçbir gerçek din ve devrim yoktur. Hepsi devletler tarafından ele geçirilmiş, statükoya dönüştürülmüş ve karşı devrime uğrayarak kurulu düzenlere uyumu sağlamıştır. 

Bu nedenle Emevi karşı devrimi İslam Tarihi açısından çok önemlidir. Çünkü onlar İslam bayrağı ile karşı devrim yaptılar. Mızrakların ucuna Kur’an-ı Kerim’i takarak fetihlere, savaşlara çıktılar. Allah, Peygamber, Muhammed diyerek, Kur’an’a hizmet ediyoruz, İslam’ı yayıyoruz diye, fetih adı altında işgallere yöneldiler. İslam dünyasını koruyup kollama görevini kendilerine vererek buradan bir meşruiyet devşirmeye çalıştılar. 

Hicri 40 yılında Hz. Ali öldürülüp tasfiye edildikten sonra, Emeviliğin kurucusu Muaviye Medine’ye gelerek, Peygamberin arkadaşlarının birçoğunun olduğu  mescitte ayağa kalkarak bir konuşma yaptı. Elinde kılıç vardı ve insanlara dedi ki; ‘‘Bu iş Allah’ın kazası ve kaderi ile olmuştur. Yapacağımız bir şey yoktur ve bu iş bu kılıçla başarılmıştır, Allah’ın kaza ve kaderi de bu kılıcın altındadır. Dolayısıyla kim bana karşı çıkarsa Allah’ın kaza ve kaderine karşı çıkmış olur. O halde oturun oturduğunuz yerde, benim size verdiklerimle yetinin.” Her türlü eleştiri konuşma serbesttir ama kimse elini kılıcının kabzasını götürmeyecek, yoksa alırım kellesini diyerek kılıcını havaya kaldırdı ve tehditler savurarak diktatörlüğünü ilan etti. Emevi diktatörlüğü 91 yıl sürdü. Her şeyin bir kişiden sorulduğu tek adam yönetimiydi ve babadan oğula geçiyordu. 

Daha sonra bunlara bir dini ideoloji lazım oldu. Muaviye’nin her şey kaza ve kader ile olmuştur sözü daha sonraki Emevi Sultanlarınca kullanıldı ve Emevileri destekleyen hadisler uyduruldu. Onun için fıkıhlar,  teolojiler, kelamlar yapıldı ve bunlar kitaplara geçti. Muaviye Hicri 40 yılını ‘’sünne ve’l-cemaa’’ yılı ilan etti. Yani Peygamberin sünneti etrafında toplanma ve iktidarın desteklenip ona biat edilerek Müslüman cemaatinden ayrılmama. Daha sonra bu ‘’Ehl-i sünnet vel-cemaat’’e dönüştü. Bu nedenle Ehl-i sünnet vel-cemaat, bir iktidar mezhebidir. İslam tarihi boyuncu iktidarları ve statükoyu temsil eder. 

Emevi alimleri diyor ki; ”Muaviye ve onun oğlu Yezid’in çifte biat alınarak iktidarda kalması Allah’ın kaza ve kaderi iledir. Bu iş daha önce  Levh-i Mahfuz’da, ilahi ilimde, yazılmıştır. Nitekim sadece bu iş değil, başımıza gelen bütün işler böyledir. Her şey önceden yazılmıştır ve yazılanlar başımıza gelmektedir. Şu halde Kerbela olmuşsa, insanlar kıyımdan geçirilmişse, öldürülmüşse bu yazılmıştır. Muaviye başa geçmişse, sonra oğlu Yezid geçmişse, Yezit katliam yapmışsa, Medine’yi basmışsa, 900 sahabe kadına tecavüz etmişse, Kabe’yi ateşe verip yakmışsa hepsi önceden yazılmış ki böyle oluyor. Dolayısıyla bunlara karşı çıkmanın, siz zalimsiniz demenin ve kılıca sarılmanın  bir anlamı yok. Aksu halde Allah’ın kaderine İsyan olur” dediler. İmparatorluklar, kaderi ve kadere imanı bir doktrin olarak kullanmışlardır.  İslam dünyasında bu durum Emeviler döneminde “Allah’ın kaderi” Abbasiler döneminde “Allah’ın iradesi”  denilerek devam ettirildi. 

Çağımızda da aynı Emevi zihniyeti devam ediyor. İşçiler göçüklerde kalıyor, maden ocaklarında can veriyor, kaderleri böyle deniliyor. İşin içinden çıkamadıkları ve hesap vermeye yanaşmak istemedikleri her zaman “Ne yapalım kader böyle, kısmetimizde yok, nasip değilmiş, bunların hepsi belirlenmiş zaten” diyorlar. Dolayısıyla yaşayan zulüm düzeni Allah adına meşrulaştırılıyor. “Allah böyle diliyor ki böyle oluyor” deniliyor. 

Bunların hiçbirisinin Kur’an’la alakası yoktur. Sonradan uydurulmuştur. Tam tersi Kur’an bu zihniyeti ortadan kaldırmak için geldi. Çünkü cahiliye Arapları zaten kadere iman üzereydiler. Kendilerine verilen rızıklardan infak etmeleri istenince onlar dediler ki; ”Eğer isteseydi Allah’ın doyuracağı kimseyi biz mi doyuracağız.” Yani Allah böyle istemiş, fukaralığı Allah dilemiş, yazmış, onlar Allah’ın yazısıyla fukaralıkla imtihan oluyor. Şimdi bizim vermemize, elimizdekini yoksullarla paylaşmamıza gerek yok. Eğer isteseydi zaten Allah bu durumu düzeltirdi” diyorlardı. Kur’an-ı Kerim işte bu Yasin Suresi 47. ayetinde ”Ne gerek var bizim vermemize” diyenlere ‘’kafirler’’ diyor. Yoksulluğun Allah’ın kaderi olduğunu söyleyenlere Kur’an-ı Kerim kafirler diyor. Sonra yine Yasin 19. ayetinde ‘’inni tâirukum me’akum’’ sizin kaderiniz sizinle beraberdir,  İsra 13. ayetinde  ”Allah insanların kaderini kendi boyunlarını asmıştır” deniliyor. Yani insanlar kaderlerini kendi boyunlarına, kafalarıyla, beyinlerinle, elleriyle, kollarıyla, ayaklarıyla oluştururlar. İnsan kaderini kendisi yazar. Dolayısıyla ne yapalım Allah böyle yazmış, değiştiremeyiz demenin bir anlamı yoktur. O dönemde İslamiyet buna karşı çıkarak yoksulların, kölelerin, zayıfların, kimsesizlerin kaderlerinin kendi ellerinde olduğunu söylemiştir. Mekke’ye, Arabistan’a ve tüm dünyaya hükmedenlerin, Allah’ın kaderi ile hükmetmediğini, kendi elleriyle kendi kaderlerini ve hayat yollarını çizeceklerini söylemiştir. Kendi kaderlerini boyunlarına asmış ve kendi ellerine vermiştir. İslamiyet bu kader inancına karşı çıkarak başladı. Bu inanç İ imanın bir şartına daha sonraları dönüştü.

Kur’an’da takdir kavramı vardır. Kadere iman yoktur. Takdir hayatta, toplumda ve evrende işleyen yasalar demektir. Tabiat kanunları, tarihin ve toplumun yasaları, yükseliş ve çöküş, evrenin gidiş kanunları, oluş yasaları demektir. Biyolojidir, jeolojidir, fiziktir, kimyadır, astronomidir, tarihtir, sosyolojidir… Bunlara takdir diyor. Bunların her biri bir ilme göre, her biri bir yasaya göre işliyor. Bu yasaları bilir ona uygun hareket ederseniz tüm yollar açılır demek istiyor. Yoksa kişinin yaptıklarının önceden belirlenmesi, ne zaman öleceği, kiminle evleneceği, kaç çocuğu olacağı önceden Levh-i mahfuzda, ruhlar aleminde, ervah-ı ezelde ezeli ruhlar dünyasında yazılmış kayıt edilmiş değildir. 

Yine Kur’an’ın oluş felsefesine göre olaylar oldukça bilinmektedir. Yazılanlar başa gelmemekte, başa gelenler yazılmaktadır. Önce bir şey yazılıyor, sonra o yazılan başımıza gelmiyor. Önce oluş, hareket, eylem var. Önce bir şey oluyor, olan şeyin hesabının sorulması için kayıt ediliyor. Nereye kaydediliyor? Hafızaya, belleğe kaydediliyor. Konuştuğumuz hiçbir şey doğada yok olmuyor, her şey bir yerlerde kayıt altına alınıyor. Kayıttan, yazmaktan kasıt, her şey bir kitapta yazılıdır demesinin amacı bu. Kur’an; ”Her şey bir kitapta yazılıdır, her şeyi yazıyoruz, her şeyi yazdık” diyor ama olaydan önce değil; olay oluyorken ve olaydan sonra. Kur’an’a göre Allah’ın dünyayı yaratması da böyledir. Direkt yaratma, direkt eylem var. Olan şeyler daha sonra yazılıyor ve olan şeylerin böyle olduğu görülüyor.Burası biraz felsefi tarafa kayıyor, daha fazla derine dalmayayım. 

Diyeceğim şu ki; İnsanların din adına eylemlerinden sorumlu olmadıkları, başlarına gelen musibetlerin, maden ocaklarında ölmelerin, asansörlerden düşmelerin, fabrikalarda yanmaların, Allah’ın kaderi ile olduğu inancı doğru değildir. Kur’an-ı Kerim’de böyle bir inanç yok. İnsanlar kendi elleriyle, kendi musibetlerini yaratırlar. 

Pir Sultan Abdal’ın şu sözleri ile bitireyim: ‘’Cehennemde ateş, odun yoktur. Herkes kendi ateşini kendi götürür.‘’ 



Bu içeriğe emoji ile tepki ver