12 Eylül’de 19 yaşında bir gençtim. 28 Şubat da ise yolun tam yarısında; 35 yaşındaydım. Her iki müdahaleyi de “iliklerine kadar” hissedenlerden birisiyim. 12 Eylül’ün üzerimizden tank gibi geçen, Mamaklı, kafesli, joplu, dayaklı acımasız günleri… 28 Şubat’ın fişlemeleri, mahkemeleri, savunmaları, takipleri ile geçen post-modern darbeli yalnızlık günleri…
Şimdi bakıyorum da, Mamak dahil bütün davalardan berat etmişim. 28 Şubat’ta yargılandığım 30’u aşkın davadan bir ikisi hariç tümünden düze çıkmışım. O bir ikisi de affa uğramış, kanun çıkmış, zaman aşımına uğramış.
Yani anlayacağınız, şu an, “sütten çıkmış ak kaşık” gibiyim.
Hatta savcılıktan aldığım “Her hangi bir sicil kaydına rastlanmamıştır” yazılı belgem bile var. Bir televizyon proğramında sıkıştırılınca ne olur ne olmaz diye alıp cebime koydum.
Demek ki, kimseye eyvallah etmeden konuşabilirim.
***
Devlete soruyorum: Madem sonunda hepsinden berat edecektim neydi bütün bu çektiklerimiz?
Neydi o darbeler, müdaheleler, fişlemeler, mahkemeler, yasaklar, soruşturmalar, kavuşturmalar, baskınlar, operasyonlar, nezarethaneler, hapishaneler…
Dini çevrelere soruyorum: Madem cumhurbaşkanı bile olabilecekteniz neydi o çektirdikleriniz?
Minareler, süngüler, şeyhler, Aczimendiler, mezar evleri, Talibanlar, Şevki Yılmazlar, fetihler, fatihler, Aşemsettinler, selam durdurmalar, holdingler, çanta dolusu marklar, deccaller, İsalar, Mehdiler…
Ben asıl, bunca yıl geçmesine rağmen her iki tarafın da kendini mumya gibi dondurup bir adım bile ilerlememiş, kendini geliştirmemiş olmasına şaşıyorum. Bıraksan kaldığı yerden aynen devam edecekler.
Oysa şu ana kadar her iki taraf olarak da kendimize esaslı sorular sormalı değil miydik?
***
Bakın, “tesbih” namazı diye bir namaz var. Ömür de bir defa da olsa kılınması tavsiye edilen.
Ben buna “tesbih sorusu” diyorum.
Laik ve dini kesimlere ömürlerinde hiç olmazsa bir defa böyle bir soruyu sormalarını tavsiye ediyorum. Ciddiye alarak, laf olsun diye değil; içten gelerek…
Şöyle:
Laik kesim kedisine “Acaba biz gerçekten dinsizlik mi yapıyoruz?” diye soracak.
Dini çevreler de “Acaba biz gerçekten din istismarı mı yapıyoruz?” diyecek.
Her iki tarafta kendini bu sorular zaviyesinden sorgulayacak.
Laik çevreler din, İslam, şeriat konularında önyargılarını kırıp ciddi bir okuma, anlama, araştırma sürecine girecek.
Dini çevreler de cumhuriyet, Atatürk, laiklik vs. konularında aynı şeyi yapacak.
Aynı şey sağ-sol, Türk-Kürt, Alevi-Sünni çevreleri için de geçerli.
Yöntem basit: Karşı tarafın temel iddiasını ömürde bir kez olsun inanarak, içtenlikle kendinize soracaksanız.
İşte buna “tesbih” sorusu diyoruz.
Memleketinizi, insanlarınızı, davanızı, Allahınızı kitabınızı seviyorsanız yapın bunu.
Çok ciddi mesafeler katettiğinizi göreceksiniz.
***
Şahsen ben bunu yaptım.
Bu soruları kendime çok sordum. 1999 yılından itibaren yoğun bir yeniden okuma, anlama, araştırma sürecine girdim. Bugün on yıl sonra geldiğim nokta 28 şubat günlerine nazaran hayli ileride…
Ama görüyorum ki her iki tarafta da bu soruları sormaya cesaret edemeyen, sorduğu an kendisiyle yüzleşmek zorunda kalacağını ve o ana kadar elde ettiği bir çok şeyi kaybedeceğini düşünen çok sayıda insan var.
On yıl sonra baktığımızda, dini çevrelerin, bizim de içinde yer aldığımız başörtüsü, imam-hatip, Kur’an kursları vs. konusunda verdiği mücadele haklıydı diyorum. Ama devlet görüşleri, din-devlet ilişkileri konusundaki tasavvurları yanlıştı. Bilmiyorlardı, yeterince araştırmamışlardı. Teorik hiçbir hazırlıkları yoktu. O halleriyle devrim yapıp devlet olsalar Türkiye talibanı üretmekten, yedi yüzyıl önceki fikıh kitaplarıyla devleti yönetmeye kalkmaktan başka yapabilecekleri bir şey yoktu.
Peki ne yaptılar?
Zaten yanlış şekillenmiş o defteri tümden kapadılar. O gömleği çıkardılar. Artık o günlere dönmek bile istemiyorlar. Oysa içerden yenilenme sürecine girmeleri, bildiklerini hayatla yüzleştirmeleri, “bir kökün inkışaf seyrinde” yenileşerek ilerlemeleri gerekiyordu. Şimdi bıraktıklara o eski geçmiş orada öylece duruyor. Toz, küf ve hurafe bağlamış bir şekilde…
Geride kalanlarda, inadına, o yanlış şekillenmiş, toz , küf ve hurafe bağlamış eskiye sarılıyor. Ona tutunarak var kalacağını sanıyor. Her ikisi de yanlış. Nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan ahmakça…
Yine on yıl sonra baktığımızda, laik çevrelerin, ülke, din-devlet ve cumhuriyet konusundaki duyarlılıkları haklıydı diyorum. Ama din, Kur’an, İslam, şeriat vs. konularındaki bilgileri ve hele de önyargıları yanlıştı. Onlar da bu konularda küf ve hurafe bağlamış vaziyetteydiler. Onları kırıp da bir türlü gerçeğe kendi araştırmaları ile ulaşmayı denemediler. Hep dost-düşman ayrımı yaptılar. MİLLETİN kılcal damarlarında deveran eden ve tehlike anında olanca amatörlüğü ile de olsa ideolojikleşip meydana atılan en dirican kesimlerinden birini kör bir önyargı uğruna itip kaktılar, hırpaladılar. Halbuki düşünmüyorlar ki bu ülkenin İstiklal Marşı’nı yazabilen ruhu o damardan çıkmış. Bunun bu topraklar için ne anlam ifade ettiğini hala anlayabilmiş değiller.
Demek ki devlet babalık yapamıyor. Sağdan olsun soldan olsun, dinden olsun milliyetten olsun MİLLETİNİN dirican unsurlarından gelen mesajları algılayamıyor. Hatta bazen birbirini kırmasına bile göz yumabiliyor. Ele güne muhtaç hale getiriyor. Dışarının kucağını itiyor. “Bu çocuklar ne istiyor” diye soracak bir kerim yürek yok devlette. 12 Mart’ta da yoktu, 12 Eylül’de de, 28 Şubat’ta da…
***
Bu yüreksizlik, bu kalpsizlik devlet ciddiyeti sanılıyor. “Kurtlukta kanun budur” diye avunuluyor.
Devlet, insandan daha değerli sayılıyor. Gerekirse acımasızca kurban ediliyor. Halbuki bu devletin temelinde “insanı yaşat ki devlet yaşasın” felsefesi vardı.
“Adalet devletin temelidir” sözü mahkeme salonlarının süs oldu. Oysa bu sözü söyleyen Hz. Ömer devletin kurtluk kanunlarıyla yönetilemeyeceğini, kanunun bu olmadığını göstermişti asırlar önce.
Bunun içindir ki devlet kendisine değil ömürde bir kez tesbih sorusu, günde beş kez vakit sorusu sormak zorundadır. Çünkü o MİLLETİN örgütlenmiş basireti; herkesin ortak kamu gücüdür. O soru ise şudur: “Ben gerçekten zulüm mü yapıyorum?”
Aksi halde bu kör dövüş, nereden baksan tutarsız devran döner durur.
Birileri mızraklarının ucuna Atatürk, devlet, cumhuriyet, laiklik flamaları takarak, diğerleri Allah, kitap, peygamber sancakları asarak, ötekileri Türklük, vatan, millet, bayrak dalgalandırarak, berikileri Kürtlük türküleri söyleyerek, diğer bazıları eşitlik, özgürlük, devrim marşları söyleyerek birbirinin, dolayısıyla da MİLLETİN enerjisini tüketir.
Elin oğlu da arkayı dolanır, Bağdat’da, yolda yürüyen anneyi kızı ile birlikte dağa kaldırır. Her ikisine de tecavüz edip cesetlerini böcek gibi çiğner. Halbuki çiğnenen de sensindir, çiğneten de…
(Son güncelleme: Elin oğlu da arkayı dolanır, önce ‘Balkanlardan soğuk ve yağışlı hava gelir’ ardından Malatya Kürecik’e ABD askerlerini yerleştirir)
Mehmet Akif de oradan bağırır durur:
Ey MİLLET! Uyan cehline kurban gidiyorsun?