Konuya kaldığım terden devam ediyorum.
7. Peki, ana dilleri Arapça olmayan Osmanlı idaresi ve diğer toplumlardaki dinin durumuna Atatürk’ün bakışı aynı mıydı?
Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getiren önemli unsurlardan birinin de İmparatorluğun son zamanlarında Arap toplumu gibi, İslamiyet’ten uzak düşmüş olduğunu ve İslam dışı hurafeler ve batıl inançlar şeklinde biçimlenmiş bir din inancının, milletimizi ileri götürmesinin mümkün olamayacağını düşünüordu.
Atatürk, Anadolu insanının, gerek genel eğitim ve gerekse Kur'an bilgisi yönünden, cahil bırakılmış olmasına rağmen, tertemiz, art niyetsiz saf birer dindar ve içten Allah'a iman eden bir toplum olduğunu, özellikle Çanakkale savaşı sırasında anlamış ve Kurtuluş savaşına da, bu içten imanlılığın gerçek güç olduğuna ve silah ile sayı gücünü yeneceğine inanmış olarak başlamayı göze almıştır.
8. Kur’an’a iman eden bütün toplumların geri kalmışlığına karşı Atatürk ne düşünüyordu? Ve çözüm önerileri, girişimleri oldu mu?
Atatürk’e göre, Kur’an’a ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’e iman eden toplumların geri kalmışlığının bu seyrini durudurmanın tek yolu İslam dininin Kur’an’daki gerçeklerinin doğru bir şekilde anlatılmasıdır. Açık biçimde, içinde hurafeleri, batıl inançları barındırmamak üzere akla, fenne ve ilme uygun olan dinin, ana dildeki Kur’an’dan halka anlatılması gerkiyordu. Atatürk, Müslümanlığın gerçeklerine ve gerçek din bilginlerine değil, yobazlığa, hurafelere, taassuba, dinin siyasete alet edilmesine ve çeşitli maksatlarla istismar edilmesine ve bu gibi Müslümanlığa zararlı faaliyetler içinde bulunan sahte din adamlarına karşı olmuştur. İşte Kur’an’daki gerçek İslam’a vakıf olan Atatürk, halkın dindeki doğruları Kur’an’dan öğrenmesi için Kur’an’ın Türkçe tercümesini yapma görevini TBMM nin 1925 bütçe görüşmeleri sırasında Mehmet Akif Ersoy'a, Tefsir’i Elmalılı Hamdi’ye, Hadislerin tercümesini de Kamil Miras’a verdirmiştir. Çünkü M. Akif, Kur'an'daki gerçek İslâm görüşündeydi ve şiirinde şunu söylüyordu
"Nebi'ye atf ile binlerce herze uydurdun /Yıktın da din-i mübin-i yeni bir din kurdun".
Tercümeye başlayan M. Akif Ersoy, Kahire'ye Elçiliğe atanınca, Mısır Kralı olan Fuad'ın düşüncesini yürütmek konumundaki El Ezher Üniversitesi'nin Rektörü ile buluşup bu görevi anlatıp, "Zinhar, Kur'an sadece Arapça olmalıdır" direnci ile karşılaşınca, tercüme işleminden vazgeçmiş ve bu nedenle de Atatürk ile arası açılmıştır. Ne gariptir ki, 2 yıl sonra aynı Rektör, Kral Fuad'ın yerine geçen oğlu Kral Faruk’un farklı görüşü paralelinde fikir değiştirmiş ve Kur'an'ın başka toplumların anlaması amacıyla, o toplumun ana diline çevrilmesi konusunda fetva vermiştir. Ersoy'un vazgeçmesi üzerine, Kur’an’ın tercüme edilmesinde de Elmalı'lı Hamdi Yazır görevlendirilmiş ve Atatürk'ün bizzat kendi maaşından 10 Bin lira vermesi ile 1935 yılında tamamlanan Türkçe Kur'an ve Tefsirler, bütün Müftülüklere dağıtılmıştır. Elmalı’lı 10 ncu yüzyılda Samani Hanedanlığı din adamı Emir Mansur tarafından Farsça’ya çevrilmiş olan Kur’an ve Taberi Tefsiri’nin Farça’larından ve Arapça tercümeden yararlanarak Türkçe Kur’an ve Tefsiri gerçekleştirmiştir (Pırlanta İsmail. Kur’an-ı Kerim’in Eski Türkçe ve Osmanlıca Tercüme Sürecine Bir Bakış. Diyanet İlmi Dergi. 2014, 50/2, 69-78). Kamil Miras’ın hadisleri tercümesi ise 1928 yılında tamamlanmıştır.
Atatürk, Kur’ân’ın özgün Arapça okunmasını da takdir ederek, güzel sesle okunmasını özendirmiş ve Kur'an'ın ve Ezan'ın önce Arapça okunmasını, akabinde okunanın mutlaka Türkçe anlamının da okunmasını istemiştir. Fakat içleri fesat olanlar, Atatürk sanki sadece Türkçe okunmasını istemiş şeklinde propaganda yapmışlardır.
Bu arada Atatürk, yine 1934 yılında bütün dindarları kucaklamak ve Kur'an'daki gerçek İslâm'ın muhkem /değişmez ana kurallarının öğrenilmesi amacıyla “Dinin özüne dönüş projesi”ni başlatmış ve bu çerçevede aydınların İslam dinine sahiplenmelerini istemiştir. Fakat vefatından sonra maalesef aydınlar, Kur'an ve din ile ilgilenmemeyi, ibadet yerlerinden uzaklaşmayı çağdaşlık olarak görme yanılgısına düşmüşler ve projeyi devam ettirmemişlerdir. Böylece de aydınlar tarafından sahiplenilmeyip başıboş bırakılan Kur’an ve din, Atatürk'ün vefatından sonra Kur’an’ın dininden, geleneklerin ve kişilerin kendi görüşlerine göre yorumladığı "İnsanların Dinine" dönüştürülmüş haline getirilerek öyle devam ettirilmiştir. Buna göre, İslâm dininin ülkemizdeki şu andaki halinde, aydınlarımızın büyük bir vebali vardır.
9. Atatürk’ün dinin ve Kur’an’ın siyasete alet edilmesi konusunda yaklaşımı oldu mu?
Atatürk, toplumun ilerlemesi için, dinin siyasete alet edilmemesi gerektiğini şu sözleri ile açıklamıştır;
"İslâm dinini, asırlardan beri sürdürülen alışılagelmiş bir siyaset vasıtası olmaktan uzaklaştırmak ve yüceltmek gereğini görüyoruz. Mukaddes ve ilâhî inançlarımızı ve vicdanî değerlerimizi, karanlık ve kararsız her türlü menfaat ve ihtiraslara görüntü sahnesi olan siyasetten ve siyasetin bütün bölümlerinden, bir an evvel ve kesin bir biçimde kurtarmak, milletin dünyevî ve uhrevi saadetinin emrettiği bir mecburiyettir. Ancak bu suretle İslâm dininin yüceliği belli olur".
Yine bu amaçla Kur’an’ın insanlara aktarılmasının menfaat sağlanan bir meslek edinilmesinin, daha 4. iniş sırasındaki Müddessir suresinde, Peygamber olduğu gibi, herkese de yasaklandığını biliyordu.
Müddessir-6. Bu arada Kur’an’ı tebliğ etmek ve Din denilen muhkem /değişmez ana kuralları ve toplumuna özgü olan müteşabih /değişken yöntemleri anlatmak üzere yapacağın hizmetleri sakın kendine kazanç aracı kılma /meslek olarak yapma /bir menfaat bekleme, 7. Ve yalnız Rabbin adına /O’nun rızasını gözeterek çaba göster, bu arada sabırlı /tahammüllü de ol.
Ayrıca Hadid-27 ve Tevbe-34 ncü ayetlerde dee ruhban denilen din adamı aracılığını da bilen Atatürk, Allah ile insan arasına ve menfaat sağlamak üzere kişilerin girmesi geleneğini kaldırmak üzere Cemaat, Tarikat, Tekke ve Zaviyelerin kaldırılmasını da uygun bulmuştur.
Hadid-27. Sonra onların ardından ve bildirdiklerini yine aynen tekrar tebliğ etmek üzere sıra ile başka elçiler de gönderdik. Örneğin Meryem oğlu İsa'yı da elçi olarak gönderdik ve İsa'ya İncil'i verdik. İsa'yı izleyenlerin gönüllerine şefkat ve merhamet koyduk. Fakat kendileri bir ruhbanlık /din adamlığı sınıfı ortaya çıkardılar. Hâlbuki Biz böyle bir ruhbanlık /din adamı grubu oluşturmalarını bildirmemiştik. Onlar bu ruhbanlığı, sözde Allah'ın rızasını kazanmak düşüncesiyle ortaya çıkardılar. Ama ona da hakkıyla uymadılar. Bunların yüzünden de kitap sahiplerinden çoğu yanlış yola yöneldiler ve ancak çok az sayıdaki gerçekten iman etmiş olanlara, karşılık olan ödüllerini verdik.
Tevbe-34. Ey iman edenler! Hahamlar ve ruhbanlar olan din adamlarının çoğu, insanların parasını hak etmeden /batıl /aldatıcı usullerle yerler ve onları yönlendirmeleriyle Allah'ın yolundan /rızasından da uzaklaştırırlar. İnsanlardan haksız yere topladıkları altın ve gümüşü bu şekilde yığan ve Allah rızası için infak etmeyenlere /harcamayanlara da şiddetli bir azap olacağını bildir.
Bu ayetlerle, Din araştırmacısı olan akademisyen bilim adamına değil de, sadece bir vahiy kitabı bilgisini meslek edinip, sadece bundan gelirini sağlayan din adamı sınıfının, önceliği Allah'ın rızasına değil de kendi menfaatlerine vermeye ve istismara çok meyilli olduğu ve ilahi bilgileri menfaatlerine kullanmak üzere gizleyebilecek veya değiştirebileceklerine dikkat çekilmiş olmaktadır.
Atatürk de, bu konuda şu vurguyu yapmıştır:
“Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmek zorundayız”.
Atatürk, vefat ettiği son Ramazan da dahil, her Ramazan ayında Hacı Bayram Veli ve Zincirlikuyu camilerinde Kurtuluş Savaşı şehitleri için Hatim indirtirdi.
Yaşamının son Ramazan ayında ve vefatından önceki 25 Ekim 1938 günü yapmış olduğu şu son açıklama, Atatürk'ün dindarlığının açık bir göstergesi olmuştur
"Kur’an’da bildirilen ve din denen ana kurallara göre örnek bir hayat yaşayan Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed'i, bütün Müslümanlar örnek almalı ve İslâm'ın hükümlerine uymalıdırlar. İnsanlık ancak bu şekilde kurtulup kalkınabilir".
Dikkat edilirse Atatürk, Hz. Muhammed ile ilgili örnek alınacak özelliğin, Kur'an tebliğleri ve bunları pekiştirmek üzere söyledikleri olduğunu, insan olarak yaşama şekli, yeme, oturma ve giyinişi olmadığını vurgulamıştır.
Atatürk'ün 2 defa ağladığı görülmüştür. Birincisi 31 Ağustos 1922 sabahı, Kızıltaş deresindeki savaş alanını dolaşırken binlerce şehidi görünce olmuş ve bu sırada Fatiha'yı okuduktan sonra şu sözleri mırıldanmış ve bu sırada gözlerinden yaşlar akıyordu;
"Yarab bana suç yazma! Yunanlılar yurduma girdi. Ulusumun namusuna saldırdı. Türklüğü ve Sana inanan, dua eden Müslümanları yok etmek istediler. Yurdumu kurtarmak için bu savaşı yaptırdım. Beni istilacı kumandanlarla bir tutma! Türk ulusunun kurtuluş savaşından, dökülen kanlardan dolayı affet!".
İkinci ağlayışı ise, Çankaya'dan Meclise giderken, bozkırda tek ağaç olan söğüt ağacının, geçecek bir yol nedeniyle kesildiğini görünce olmuştur. Çünkü Atatürk yok etmeyi, bozmayı değil; yapmayı ve yaşatmayı seven bir insandır.
Atatürk, bu merhametliliğini ve hassasiyetini bütün insanları bir görmesi ile de perçinlemiş bir kişiydi. Bunu da şu sözünden anlıyoruz:
“En uzakta sandığınız bir olayın bize bir gün dokunmayacağını bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti de bunun bir organı saymak gerekir.”.
Kur’an da bu birlikteliğe, Maide-32 nci ayet ile vurgu yapılmış olduğunu Atatürk biliyordu.
Maide-32: İşte bunun gibi, İsrailoğulları’na da Tevrat'ta şöyle dedik: Kim suçsuz bir kişiyi kasten öldürmemiş veya yeryüzünde bozgunculuk yapmamış /terör estirmemiş bir kişiyi öldürürse, tüm insanları öldürmüş gibidir. Buna karşılık her kim de bir canı kurtarırsa /yaşamasına neden olursa, bütün insanları kurtarmış gibi olur. İşte elçilerimiz İsrailoğullarına apaçık bu kanıtlarla gelmiş olmalarına rağmen onların çoğu, yine de yeryüzünde azgınlıklarına devam edip duruyorlar.
10. Atatürk’ün ilahi sistem gözündeki konumu sizce ne olabilir dersiniz?
Bu soruya, Vakıa suresinde bulunan 3 ayet ile cevap vermek uygun olacaktır. Vakıa-27 nci ayete göre, Dünya sınavından başarı ile mezun olanların Mahşer'de, Dünya'da işlemiş oldukları amellerinin kaydı olan defterlerinin sağ taraflarından verileceği ve toplantı yerinde sağ tarafta olacaklarına değinilmektedir.
Vakıa-27. Mahşer gününde, işledikleri iyilikleri içeren amel defterleri neşe içinde ve kutlanarak sağ taraflarından verilecek olanlara ne mutlu ki bu grup, Mahşerdeki sağ taraf ehlinden olacaklardır.
Yine aynı surenin 90-91 nci ayetlerinde, bu başarılı Ruh'ların, Dünya malı olup, Dünya'da kalacak olan vücutlarını terk etmeleri dediğimiz ölüm anında, ölüm işlemi ile görevli Melek'ler tarafından "Sana selâm olsun" ifadesi ile karşılanacakları belirtilmiştir.
Vakıa-90. Eğer o can çekişen, yine neşe içinde ve kutlanarak karşılanan ve mahşerin sağ tarafına alınacaklardan ise, 91. Sağ taraf ehlinden olması nedeniyle ona da, "selâmün leke /sana selam olsun" denecektir.
Hulusi Turgut'un "Kılıç Ali'nin Anıları" kitabının 659 ncu sayfasında şu açıklama yer almakta ve Atatürk'ün sağ ehlinden olduğu anlaşılmaktadır:
“Atatürk'ün doktoru olan Prof. Dr. Neşet Ömer, Atatürk ağırlaşınca telaşa kapılır ve hemen koşup "Dilinizi çıkarın efendim" diye seslenince, Atatürk gülerek "Ve Aleykümselam" diye seslenir ve sakince gözlerini kapatıp ruhunu teslim eder.”
Atatürk'ün, hiçbir maddi beklentisi olmaksızın Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurma aşamalarında olan çabalarının temel hedefi, Allah'ın rızası ve insanlara olan sevgisidir. Atatürk'ün Ramazan ayında vefat etmesi de, Allah'ın rızası yönünden anlamlı olsa gerek.
11. Atatürk, gerçekleştirdiği devrimsel yenilikleri belirlerken sizce Kur’an’dan faydalanmış mıdır?
Her bir peygamber, din denilen muhkem /değişken ana kuralları eksiksiz ve canlı uygulayıcı olarak uygulayan, aynı zamanda öğreten birer başöğretmendir. Yine her peygamber, zamanının bir devrimcisi, tebliğ ettiği yeni din kuralları da birer devrim oluşturmuşlardır. Çünkü yeni gelen peygamber, hem din kuralı diye eklenmiş geleneksel uygulamaları iptal etmiş, hem de önceki peygamber tarafından gönderilen ve zaman ve zemine göre artık geçerliliklerini yitirmiş kurallar varsa onları iptal etmiş, yani nesh etmiştir. Böylece her yeni peygamber muhafazakâr değil, yenilikçi, doğrulayıcı ve düzeltici, yani bir devrimci olmuştur.
Hz. Muhammed’in bir Peygamber ve Başöğretmen olarak gerçekleştirmiş olduğu yenilikler /devrimler konusunda bilgisi olan Atatürk de, bu temelde başlıca şu yenilikleri devrimleri gerçekleştirmiştir.
- İlk inen ayet olan ‘Alak-1 deki OKU, yani ilme önem verdiğini şu söylemleri ile vurguladı: “Dünya’da her şey için, Medeniyet için, Hayat için, Başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. Hayatta en hakiki mürşid ilimdir, fendir. İlim ve fenden başka mürşid aramak Gaflettir, Dalalettir, Cehalettir.” “Eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse, bilimi seçin”,
- Tanzimat Fermanını gerçekleştiren II. Mahmut’un oğlu Abdülmecid dönmeinde (1839-1861) gündeme gelen Latin Alfabesinin kullanılması meselesi, her ne kadar itibar görmüş olsa da, dönmein şartları gereği gerçekleştirilememiş, ancak reform hareketleri içerisinde bir bündem maddesi olarak canlılığını korumuştur. İkinci Abdülhamid’in 1876 yılında saltanat ve Hilafet makalarına geçmesi ile daha da canlanan reform hareketleri, Latin Alfabesinin kullanılması konusunu yeniden gündeme getirmiş olsa da, yine gerçekleştirilemedi. İşte Atatürk, Anadolu’da yaşayan toplumun çoğunluğunun ana dili olan Türkçe’yi, konuşulduğu şekilde en iyi açıklayan harflerle öğrenmeleri için Harf devrimini gerçekleştirdi.
- İnsanların konuştukları ana dillerini yazı ile ifade etme kolaylığını sağladıktan sonra, asırlardır bilmedikleri ve dolayısıyla anlamadıkları dil olan Arapça Kur’an yerine, anladıkları ana dilleri Türkçe olan Kur’an ile Din denilen muhkem /değişmez ana kuralları öğrenmelerini sağladı (Meryem-97, Taha-113, Cumu’a-5). Bu konuda şu yaklaşım içindeydi:
“Türk, Kur’an’ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde ne var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. benim maksadım, arkasından koştuğu kitap’ta neler olduğunu Türk anlasın”
- “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır” diyerek akıl prensibini de aşıladı. Kur’an’daki Taakkül-Tefekkür-Tezekkür önerilerini uyguladı ve taklidi red etti (Bakara-170)
- Altı yüzyıldır insanları kul olarak gören ve “Kullarım” diye hitap eden Padişahlık idaresine son verdi. Böylece de ülkede düşünce özgürlüğünü başlattı (Yine ‘Alak-1 ve Hud-26, Zumer-2)
- Atatürk, “Cumhuriyet rejimi”nin, “İslamiyet’in ilkeleriyle çelişmediğini”, aksine bunların Cumhuriyet ile son derece uyumlu olduğunu 15 Ocak 1923’te Eskişehir’de yaptığı konuşmada şöyle açıklamıştır: “Cumhuriyet ve Hükümetin esasları şunlardır: Meşveret (danışma), adl (adalet), uli’l-emre itaat (yasalara uyma). Bu paralelde, Cumhuriyet sistemi denilen idarecilerin halkın oyları ile belirlenmesini başlattı (Bakara-104, Fetih-10,), Kadına seçme ve seçilme hakkı tanındı (Mümtehine-12, Al-i İmran-159) ve şura meclisi olarak TBMM’sini oluşturdu (Neml-32-33, Şura-38).
Dini konularda, devletin tarafsız kalması gerektiğini ve karışmayıp, vatandaşını aşırılık ve zorlamalardan koruması yanında, Allah ile baş başa bırakmasını, yani Laiklik prensibini başlattı (Kalem-44, Müddessir-14). 21 Mart 1923 te Konya’daki konuşmasında;
“Devlet görevlisinin makamı, kendisine hiçbir ruhani nitelik ve yetki vermez. Bu kurum ve başındaki makam bir dogma, bir mezhep, bir ilahiyat doktrini benimseyerek, inananları onlara uyma zorunluluğu koyamaz. İslam dinini yorumlama yetkisi olmadığı gibi, devlet kanunlarını ve tüzüklerini din açısından yorumlama yetkisi de yoktur. Şu halde, o devletin ve yurttaşlarının çoğunluğu olan Müslüman halkın inançlarını ve ibadetlerini, kanunların sağladığı özgürlük içinde yapmalarını gerçekleştirme işiyle görevli, kamu hizmeti yapan bir dairedir. “Şu halde, bu kanunun özü, Diyanet İşleri’ni siyasal ve hukuksal alanlardan ayırması, dinleri, kanunların sağladığı inanç (vicdan) özgürlüğü alanında korunmaya bırakmasıdır” açıklamasını yaptı. Bu kanun ile Bütün ibadet yerlerinin yönetimiyle, buralarda görevli olanların atama, nakil, terfi, azil ve denetim yetkisi Diyanet işleri Reisliği’ne bırakıldı.
- Kur’an’daki müteşabih /zaman ve zemine göre değişken olan hukuk kuralları yerine, oldukça değişmiş Dünya durumuna uygun modern hukuk prensipleri paralelinde olan kanunları benimsedi. Ki benimsenen kanun maddelerinin çoğu da zaten Kur’an’daki muhkem /değişmez ana kurallara uygun olmuştur (Al-i İmran-7).
- Her bireyi kanunlar karşısında eşit kılan ve hak edene hak ettiğinin adilce verilmesi demek olan Demokrasi sistemini başlattı (Sad-26)
- Ülke insanının geçimini, dolayısıyla da sadece Allah’ın rızasını öncelemek üzere ve kendi menfaatini düşünmeden Tarımda, sanayide, eğitim ve ekonomide hedefler belirleyip gerçekleştirdi (Leyl-18-21).
- Maaşı dışında serveti yoktu, mal-mülk edinmekle hiç uğraşmadı ve vefat etmeden önce yaptırdığı vasiyet ile bunu evlatlıkları ile İsmet İnönü’nün çocuklarının eğitimine ve Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumuna bağışlamıştı.
- Kur’an’ın karşı çıkması gibi Din temelli gruplaşmalara karşı çıktı ve hem dine, hem de insanların inançlılığına zarar verdikleri için tekke, zaviye, cemaat ve tarikatlara son verdi (En’am-65, 159). Atatürk, hiçbir zaman dine karşı olmamıştır. Ancak İslam’ın, “dindar”ların dini olmasını istemiştir, “dinci”lerin değil, Dine karşı değildi, çünkü bir Yaradan’a inanmanın, insanın ihtiyaçlarından biri olduğunu biliyordu. Bu düşüncesini şöyle ifade etmiştir:
“Bizi yanlış yola sevk edenler, o habisler, çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir saf ve temiz halkımızı. Tarihimizi okuyun, görürsünüz ki milleti mahveden, tutsak eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Her türlü hareketi dinle karıştırmıştır onlar.”
- Kadının çalışması, bilim yapması, evlenme kararında söz sahibi kılınması, miras, vasiyet ve her türlü şahitlikte erkekle eşit tutulması ve geleneksel kıyafetinin dinselleştirilmesinden kurtarılmasını sağladı (‘Alak-1, 3, Ahzab-37, Bakara-282, Ahzab-26, Nur-31, Nahl-81).
“Evvela derim ki, Allah emri, Müslüman ve müslimenin aynı derece ilmen, fazileten ve her görüş noktasında olgunlaşmasıdır”. “Bir toplum, aynı gayeye bütün kadınları ve erkekleriyle beraber yürümezse, gerek fende ve gerekse bilimde ilerleme gösteremez”
- Alkolik oluşa ve sarhoş olacak şekilde alkol kullanmaya karşı oldu, az kullanmayı benimsedi (Bakara-219)
- İman etmenin, mutlaka Salih amellerle /Allah’ın yarattıklarına fayda sağlayacak faaliyetlerle pekiştirilmesi gerektiğinin bilincindeydi ve herkesin böyle davranmasını istedi (Enfal-2-4, Asr-3)
- Gerek Kur’an’ın muhkem /değişmez ana kurallarını göz önünde bulundurması ve gerekse günlük yaşantısı ile topluma örnek olma prensibini uyguladı (Duha-11, Saffat-108). Bu prensibine uygun olmak üzere şu örneklikleri gerçekleştirdi:
- Tarımı geliştirmek üzere çiftçilere örnek olsun diye çiftlikler kurdurdu
- Tasarrufu teşvik için İktisat ve Tasarruf Cemiyeti kurdurdu
- Okuma-yazmayı arttırmak amacıyla Halk odaları, Köy okulları, Köy kursları, Millet Mektepleri ve Halkevleri kurdurdu
- Laikliği, Özgürlüğü, Cumhuriyet ve Demokrasiyi öğreten “Vatandaş için Medenî Bilgiler” ismi ile Yurttaşlık kitabı yazdı.
- Uygar, şık ve temiz giyinme örnekliği yaptı
SONUÇ OLARAK:
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, saf, temiz ve sade bir din anlayışına sahiptir. İslâm dinine sonradan girmiş olan her türlü safsata, İsrailiyyat ve hurafelere, boş inançlara karşı durmuş ve rasyonel, yani akılcı bir din anlayışını benimsemiştir.
Atatürk, olağanüstü bilgi donanımı, bilimsel bakış açısı ve geniş olan ufku sayesinde, İslâm’ın büyüklüğünü doğru ve mükemmel bir şekilde anlayan, görüşlerini ona göre ayarlayan, yani İslam’ı gerçeğine yakışır bir kıvamda kavrayabilen zihniyetin sembolüdür.
Atatürk’ün başlattığı üzere Kur’an’ın özüne dönüş projesine sahip olmak üzere,
- Aydınlar olarak, Kur’an’a sarılmalı ve anlayarak hem kendileri okumalı, hem de başkalarına zorlamadan, kızmadan, sakin bir üslupla ve Kur’an ayetleri örneklemeleri ile ve inançlarını seçme özgürlüğü tanıyarak anlatmalı
- Herkesin Kur’an’ı sadece ana dili ile okumasını sağlayıp, kendi çabası ile Din denilen kuralları doğrudan Kur’an’dan öğrenmesini ve kendi doğrularına ulaşmasını sağlamalıyız
- Makamlı Kur’an’ı sadece duygusal etkilenim amacıyla arada dinlemeli, fakat Arapça öğrenme ile vakit öldürmeyip, insanların bu vakitlerini ana dilleri ile ve anlayarak okumaya ayırmalarını önermeliyiz
- Camilerde Kur’an’ı öğrenme ve soru-cevaplı sohbet toplantıları düzenlemeliyiz,
- Her konuda çok çalışmalıyız. Ancak Atatürk, çalışmayı şöyle tarif etmiştir:
“Herhangi bir kişinin, yaşadıkça memnun ve mutlu olması için gereken şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Anlayışlı bir adam, ancak bu şekilde hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir”.
- Tek Allah, Tek İslam dini ve tek insan nesli ortak düşüncesinde birleşmenin önemini vurgulamalıyız. Ayrıntılarda kimseyi kabule zorlamamayı, karışmamayı, yargılamamayı ve ötekileştirmemeyi benimsemeliyiz.
ATATÜRK, dini KUR’AN ve KUR’AN’ı DİN yapmak istedi. Bizler de eğer yolundayız diyorsak, bu yönde çaba göstermeliyiz. İnşallah!!!