Beynimizde bulunan Piramidal, Ekstrapiramidal, Serebellar, Otonom, Duyu, Limbik yapılar ve Retiküler Formasyon olarak tanımlanan sistemler, tüm vücudumuzu mükemmel birer orkestra şefi gibi karşılıklı iletişim süreci ile çalıştırır ve yönlendirirler. Bu sistemlerin her biri iç işlerinde serbest, dışişlerinde ise karşılıklı dayanışma, danışma ve yardımlaşma prensibi ile çalışırlar. Limbik sistem dışındaki sistemler, vücudun dokusal madde kısımlarını organize ederlerken, sadece Limbik sistem duygusal özelliklerle ilgili bir sistemdir. Merhametli veya merhametsizlik, vicdanlı veya vicdansızlık, alınganlık, çalışkanlık veya tembellik, akıllılık, neşelilik, duygusallık veya vurdumduymazlık, cömert veya cimrilik, kıskançlık, ahlaka düşkünlük, dinî inanışta olmak veya olmamak, çabukluk veya ağırlık, belirli kabiliyetlerde oluş gibi kişilik özellikleri bu sistem tarafından düzenlenir. Maddî ölçülebilirlilikleri olmadığından bu özellikler soyut, elle tutulmayan, gözle görülmeyen ve tartılamayan özellikler olduklarından, bu duygusal özellikler diğer sistemlerin ilgi alanı dışındadırlar. Dolayısıyla da diğer hiçbir sistem, Limbik sistemin kontrolü altında olmadığı gibi, Limbik sistem de diğer hiçbir sistemin işlerine karışmaz ve idare etmeye kalkışmaz. Ancak vücudun yaşaması ve sağlıklılığı ile dengeli çalışması temelinde karşılıklı dayanışma vardır. Çünkü Limbik sistemin görevi, daha önce belirtmiş olduğumuz gibi elle tutulan ve ölçülebilir olan dokusal değil, kanaate dayanan duygusal temellidir.
Bu duygusal özellikler insanda soyut özellikli nefsler olarak bulunurlar ve öğrenci Ruh’un dünya eğitiminde başarılı olması, Dünya okulundan mezuniyetini sağlayacak olan dersleridirler. Öğrenci Ruh, Dünya’ya gönderilmeden ve okul üniforması olarak insan denilen vücut giydirilmeden ve nefs dersleri hafızasına yüklenmeden önce Elest-i Bezmi denilen makamda 7 konudan biri olarak bu derslerden de başarılı olma çabası içinde olacağına anlaşma yapıp, söz de veriyor.
Tekviyr-14. İşte bu hesap gününde her nefs, Dünyada ne yapıp ettiğini ve bu amelleri ile ne kazanmış olduğunu bilecektir.
Kaf-19. Nihayet kişi, ölüm öncesi şaşkın /bilinç bulanıklığı haline geldiğinde, tüm amellerini gerçekleştirmesini kararlaştırmış olan nefslerinin ne durumda olduğunu düşünmeye başlayacak ve daha da önemlisi bu konuda hesap vereceğini hatırlayacaktır. Ancak bu sırada hatırlayıp düşündüğü gerçekler, yaşamı sırasında önemsemediği ve boş vermiş olduğu şeylerdir ve artık iş işten geçmiştir. 20. Ey insanlar! Şüpheniz olmasın ki, sura üflenecek ve vaad edilen gün kesinlikle gelecektir. 21. Ve nefsler o gün, yanında, dünya hayatında saiki /yol göstericisi /rehberi /yönlendiricisi olan Rehber Melek ve nefsin bütün amellerine şahit olan diğer görevli melekler hep birlikte Allah’ın huzurunda olacaklardır.
Beynin bu birimlerinin dayanışma ve yardımlaşma prensibinde olmaları, Kur’an’da “salât” kelimesi ile 100’ün üzerinde ayette ifade edilmiş ve Hz. Muhammed gibi bütün Peygamberlere bunu uygulamaları özellikle istenmiştir.
Müzzemmil-20……Bu nedenle vaktiniz elverdikçe ve zorlanmayacak şekilde, fırsat buldukça Kur’an’ı anlayarak, düşüne düşüne okuyun, öğrenin ve öğretin, salâtı (dayanışma ve yardımlaşma toplantı ve faaliyetlerinizi) kurumsallaştırarak (Vakıf, dernek vs şeklinde) uygulamayı devam ettirin ve zekâtı (yardımlaşmanın maddî kısmını) verin, böylece de bu iyi ve güzel davranışlarınızla Allah’tan alacaklı olun. Ve bilin ki yaptığınız her olumluluğunuzu kendinize yapmış olacaksınız ve Allah, bunu kendisinden bir alacak olarak değerlendirecek ve mutlaka karşılık olarak daha fazlasıyla ödüllendirilecektir /size ödeyecektir.
Demokrasideki laiklik prensibinin özünde de böylesi bir iletişim söz konusudur. Burada taraflardan biri soyut olan din ve çoğu somut olan dinî kurallar, diğeri ise devlet idaresine yönelik idarî ve toplumsal düzene ilişkin somut hukuksal kurallardır. Kur'an'da bulunan somut hukuksal, ahlâkî ve davranışsal kurallar Al-i İmran-7. ayette Muhkem /değişmez ana hükümler ve Müteşabih /değişken kurallar olmak üzere 2 şekilde yer alırlar.
Al-i İmran-7. Ey Peygamber! Allah’ın indirmiş olduğu bu kitabın bazı ayetleri kesin hükümlü / muhkem özellikli, değişmez, herkes tarafından açık seçik kolaylıkla anlaşılan ve kitabın anaları /temeli /ana iskeleti ve hedef /amaç mesajlarıdır. Geri kalanlar ise çok anlamlı /değişken benzeşimli (müteşabih) mesajlar olup, bunların bazısı ilahi yapı ile ilgili semboller veya Evren ile ilgili bilimsel bilgiler halinde, bazısı da kesin hükme yönelik, araç /yöntem /vesile mesajlardır. Kalpleri ve düşünceleri kötü niyetli olanlar, insanların arasına fitne sokmak ve kafaları karıştırmak için, çok anlamlı olan müteşabih /araç mesajlara bile bile daha fazla önem verirler. Hâlbuki onların sembolik ve bilimsel özellikte olanlarının gerçek anlamlarını bir Allah, bir de "Ey Rabbimiz! Bildirdiğin ayetlerin hepsine inandık, hepsi Rabbimizdendir." diyen, bilim adamları bilir. Ayetlerin bu ayırımını da yine akıl, bilim ve düşünce sahiplerinden başkası anlayıp, düşünüp yapamaz.
Muhkem /değişmez ana kurallar tek bir kelime veya kısa cümle halindedirler. Örneğin mirası, vasiyet işlemini uygulayın, zina edeni cezalandırın, haksız ve bilinçli olarak adam öldürene kısas veya fidye uygulayın, hırsızlık yapanı bu işlemden engelleyin, uzak tutun, borç işini şahitli ve kayıtlı yapın, şehvet yerlerinizi örtün gibi. Sosyo-ekonomik yaşamla ilgili olan yasaklar ve yapılması istenenler olmak üzere 440 sayıda belirlemiş olduğum muhkem /değişmez ana kural evrensel, ebedî, kolay anlaşılır ve yorum gerektirmeyecek kesinliktedirler. Ki bu özellikleri ile bu kurallar bütün ülkelerin Anayasa ve kanunlarında bulunan ana hükümler şeklindedirler. Bu özellikleri ile de beynin dokusal birimleri gibidirler. Bunların hiçbir şekilde farklı yorumlanmaları ve dolayısıyla da kişilerin kanaatine ve istismarına açık yönleri bulunmamaktadır. Sözde din adamlarının bu hükümlerle ilgili olarak "Benim yorum ve kanaatim budur" deme riskleri yoktur. Zaten Kur'an Şeriatı dediğimiz de işte bu muhkem /kesin hükümlerdir. Önce "İslâm'ın Şartı Sadece 5 Değil", son olarak da "Kur'an ve Son İslâm" isimli kitaplarımda ayetlerle açıkladığım bu hükümlerin her biri birer ibad etmek /kulluğu ifade etmek ve Din dediğimiz Ana kurallardır.
Ayete baktığımızda Müteşabih diye tanımlanan mesajların zaman ve zemine, yani toplumdan topluma değişken özellikli olduğu görülmektedir. Ve Kur'an'da bulunan müteşabih /değişken mesajlar, o zamanki topluma /lara uygun olan kurallardır. Bu değişken benzeşik özellikli mesajlar sayesinde Kur'an ebedî ve dinamik bir kitap özelliğinde olmaktadır. Bu mesajlar, Muhkemlere götürücü araç, vesile ve yöntemler demektir. Yani Kur’an’ın farz şeklinde uygulanması şart olamayan kısımlarıdır ve ilk Kur’an toplumuna sadece birer öneridirler.
İşte bu vesileler de hem zamanla, hem de toplumdan topluma değişkendirler. İnsanların özgür karar verici, toplumda huzur ve inandığı gibi dinini uygulama serbestisi sağlayacak olan kurallar bu mesajlar olmaktadır. Ancak içleri fesat olanlar müteşabih mesajları da değişmez muhkem hükümler diye kabul edip, toplumları bunlara yönelik kanaatlerine göre yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Buradaki tehlike, bu görüşte olanların Devlet yönetimini etkileyip, toplumu Devlet kararları şeklinde yönetme seviyesine ulaşmaları olacaktır.
İşte Laiklik yaklaşımı, Dine ait müteşabih kuralların muhkemler gibi değişmez kabul edilip Devlet Kuralları haline dönüşmemesi, Devlet kurallarının da Dinle ilgili olan müteşabih kurallara göre uyarlanarak uygulanmaması demektir. Böylece de insanlar, müteşabihlere ilişkin yorum ve kanaatlerden korunmuş olmaktadır. Burada Devletin rolü, insanların din denilen muhkem /değişmez ana kurallara dayalı uygulamalarında özgürlük sınırında olmak şartı ile serbestilerini sağlamak, korumak ve kollamak olacaktır.
Çünkü Devlet, Din kurallarında özellikle kanaate dayanan Müteşabih /değişken mesajlara göre belirleme işin içine girdiğinde, farklı kanaat gruplarının farklı görüş ve yorumları ile karşılaşmaktadır. Bu grupların kendi görüşlerini kabul ettirme uğraşıları ise durumu için içinden çıkılmaz karmaşaya götürecektir.
Atatürk, laikliği TBMM toplantısında yaptığı bir konuşmada şöyle özetleyerek tanımlamıştır:
“Terbiye ya milli olur, ya da dinî olur. Biz dinî terbiyeyi aileye bıraktık. Milli terbiyeyi de devlete aldık. Okullarımızda ve bütün kültür müesseselerimizde milli terbiye esas alınmıştır. Çocuk dinî terbiyesini ailesinden alacaktır. Bu arada İlahiyat Fakülteleri de dinî terbiyeyi takviye edecektir.”.
Laiklik prensibindeki demokrasilerde, halka ait olan millî iradeye göre ve halkın seçtiği TBMM başta olmak üzere, buna bağlı olarak oluşturulan görev kurulları, Kur’an’ın önermiş olduğu gibi birer şura (halkın oluşturmuş olduğu danışma ve karar verme) kurulu /ları olarak çalışırlar. Bu kurullar, Kur’an’ın yorumlara, kişi kanaatine dayanan müteşabih /değişken dinî kurallarına ve yapılan içtihatlara dayanmaksızın ve bu kuralları idarî kurallara karıştırmaksızın, diğer bir ifade ile dini devlet işlerine, işleyişine karıştırmadan, yani devlet kararlarını dinin müteşabih mesajlarına dayandırmaksızın halk adına devleti idare etme yetkisini kullanırlar. Bu idarede devletin dine değil, dinin devlete uyması ve dinin müteşabih kurallarını dinamik tutup devletin işleyiş kurallarına, hukukuna ve yasalarına karışmaması yanında, kendini bunlara göre uyarlamaması söz konusudur.
Devlet adına hükümet, farklı dinî, siyasî veya başka görüşteki grupların ve ideolojilerin hiçbirine uzak veya yakın değil, hepsine aynı mesafede ve yaklaşımdadır. Çünkü bir gruba veya ideolojiye hükümetin yakınlığı demek, o grup dışındakileri ötekileştirmek ve düşünce özgürlüğüne sınırlama getirmek demek olacaktır. Temel hedefi insanın huzuru olan din, ilahî kitabındaki sosyal içerikli dinamik müteşabih mesajların zaman ve toplumlara olan değişkenlikleri sayesinde devletin işleyiş kurallarına kendini kolayca adapte edebilecek üstünlüklere ve özelliklere sahiptir. Dolayısıyla demokraside toplum düzeni, Kur’an’daki yoruma açık müteşabih mesajları kurallaştırarak değil, toplumdan topluma farklı ve o zamana uygun olan değişken-dinamik sosyo-ekonomik kurallara göre gerçekleştirilmektedir. Devlet düzeninde toplumsal ve insanların sosyal yaşamına yönelik kurallar, yasalarla belirlenir. Böylece de hukuk kuralları, dinin muhkem hükümlerine uygun, fakat müteşabih kurallarından ayrılmış olur. Diğer bir ifade ile burada ne din devleti kullanmakta, ne de devlet (dolayısıyla idareciler) dinî kullanmaktadır.
Devlet, dinin müteşabih mesajlarına dayalı kurallara dayanarak insanları yönlendirmez ve “din kuralı böyle diyor” diye müteşabihlerin yorumlanmaları temelli yasaklayıcı kararlar almaz ve devlet kendi somut kurallarını dinin bu müteşabihlerine göre değiştirip uyarlamaz. İnsanların özgürlüklerini, dine dayanarak kısıtlamaz. İnsanların gerek muhkem ve gerekse müteşabih dinî kurallara uyup uymamalarını ve dinlerini seçmelerini özgür kararlarına bırakır. Bu kuralın doğal sonucu olarak, hiç kimse ibad etmeye /kulluğunu ifade etmeye, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Kişisel düzeyde kalan ve başkasını etkilemeyen ve rahatsız etmeyen sınırlar çerçevesinde olan dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz. İnsanın herhangi bir dini seçmesi, herhangi bir dinden olması, bulunduğu dinin icaplarını yapma veya yapmama ve dinini değiştirme, dininden çıkma özgürlüğü vardır.
Ayrıca hiç kimse devlet düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma amacı güdemez. İster Müslüman, ister Musevi ve Hıristiyan, isterse putperest veya ateist olsun, toplumsal işlerde ve olaylarda kişiye ne kendi dinine göre, ne de hükümette olan ekibin dinî görüşüne göre işlem ve muamele edebilir. Örneğin devlet işi ve mesaisi, dinî uygulamalardan olan namaz vakitlerine uyarlanmaz, fakat namaz vakitleri mesai saatlerine uyarlanabilir (Erzurum Müftülüğü’nün Cuma namazını öğle mesaisinin bitimine göre uyarlaması gibi). Ki böylesi bir uyarlama ile Kur’an’daki önemli kurallardan biri olan insanlara kolaylık kuralı da uygulanmış olur.
Sn. Prof. Atay konuyu şöyle açıklamıştır:
“İçki içen kimseye içki içtiğinden dolayı idarî otorite tarafından ceza verilmez. Ancak sarhoş iken, başkasını rahatsız ederse engellenir, şikâyet edilebilir, sarhoş olarak vasıta kullanırsa, cana ve mala zarar vereceği için vasıta kullanması menedilir. İçme fiili ile sarhoş oluş dinî bir suçtur, günahtır ve Allah’ın mesajına karşı işlenmiş olduğundan cezasını Allah verir. Görüldüğü gibi burada şahsi suç-günah ile topluma karşı olan suç arasında fark vardır.”.
Bu açıklamaya göre laik bir rejimde toplumsal suçları idarî otorite kovuştururken, din görevlilerinin oluşturduğu dinî otorite buna karışmaz ve sadece Kur’an’ı ve buradaki dinî mesajı hatırlatmakla yetinir. İdarî otorite de dinî yasağa karışmaz ve buna dayanarak yaptırımlar ve yasaklar koyamaz. Ancak inanç özgürlüğünün yanlış ve başkasına zarar verecek şekilde kullanılmasına yönelik bir suç unsuru tespit ettiğinde hukuksal yönden kovuşturur. Bir aktivitede suç olmasa bile, dinî yasağa karşı gelinme söz konusu ise, dinî yönden ancak günah işleme söz konusudur ve kişinin tevbe edip etmemesi ona kalmıştır. Zaten Allah, Kur’an’da dinî inanca yönelik hiçbir ibad etme /kulluk eksikliğinin izlenme ve cezalandırma görevini Peygamber dahil hiçbir kişiye vermemiş, “Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize” diyerek de inancı kişiye bırakmıştır. Yine Peygambere hitaben de “Beni kulumla baş başa bırak" diyerek de bu uygulamayı pekiştirmiştir.
Kalem-44. Ya Muhammed! Böylesine bir hadisi /Kur’an’ı yalanlayacak /ret edecek olanları Bana bırak /Beni onlarla baş başa bırak. Onlara Sen herhangi bir karşılık vermeye kalkma. Çünkü Biz onları ummadıkları /bilemeyecekleri yerden yavaş yavaş azaba uğratacağız.
Müddessir-14. Ve her şeyi onun için bol bol düzenlediğim kişiyi Benimle ilgili olan konularda Bana bırak, Sen Bana karşı olacak günahları, hataları nedeniyle karışıp aramıza girme.
Şimdiye kadar Laik devletin dine karışmayacağı, sadece dinin uygulanması ve kişilerin dine dayalı birbirlerinin özgürlüklerine zarar vericiliklerinden korunmalarını sağlamak üzere korumak ve kollamakla sınırlı tavırda olacağını belirtmiştim. Bu açıklamalara paralel olmak üzere Mutaffifin-33 ve Muhammed-30. ayetlerde, Peygamber dahil hiç kimseye imanı değerlendirme yetki ve yeteneğinin verilmemiş olduğuna değinilmiş, böylece hiç kimsenin inancına karışmama sağlanmış olmaktadır. Yunus-99 ncu ayette de, Hz. Muhammed'e sakın din konusunda hiç kimseyi zorlamaması ikazı da yapılmaktadır.
Mutaffifin-33. Hâlbuki hiç kimse iman edenlerin imanlarını değerlendirmek üzere görevli kılınmamıştır.
Muhammed-30. Ya Muhammed! Eğer Biz isteseydik, bu münafıkları /ikiyüzlüleri yüzlerine bakarak tanıma özelliğini verir ve Senin onları kolayca fark etmeni sağlardık. Yine onları konuşma tarzları ve sözlerinden de tanırdın. Ey insanlar! Siz tanıyamazsınız ama, şunu iyice bilin ki, Allah tüm yaptıklarınızı /amellerinizi bilir.
Yunus-99. Ya Muhammed! Eğer Rabbin isteseydi, yeryüzünde yaşayan insanların tümü inanırdı. Dolayısıyla insanları, iman etsinler diye ikrah edecek şekilde sakın zorlama.
Yine A'raf-188. ayette Hz. Muhammed'e Peygamber olarak görevli olmasına karşın, yetkisinin sınırları hatırlatılmış ve böylece insanların dinî inanışlarına karışmaması ikazı da yapılmıştır.
A'raf-188. Ya Muhammed! "Ben Allah'ın uygun görmesi dışında, kendi kendime yarar sağlama, ya da zarar verme yetkisine de sahip değilim. Ayrıca gaybı /bilinmeyen geleceği bilseydim, Bana dokunacak zarar için daha önceden tedbirimi alırdım. Böylece Bana hiçbir zarar ve kötülük de gelemezdi. Ben iman etsinler diye insanlar için, sadece bir müjdeci ve uyarıcıyım" diyerek insanları durumun hakkında bilgilendir.
Çünkü Abese-7 nci ayette, tebliğ edip, öğüt verdiği halde, insanların uyup uymamasından kendini sorumlu tutmaması ve buna dayanarak bir nevi zorlama hatasına sapmaması da hatırlatılmıştır.
Abese-7. O kendini beğenmiş adamın Senin bildirdiklerini kabul edip öğüt de alıp almamasından Sen sorumlu değilsin ki.
Hatta böylesi hatalar yapmasına yöneltebilecek kızmasının bile yanlış olacağı vurgusu da Kalem-48. ayette yapılmıştır.
Kalem-48. Ya Muhammed! Sen Rabbinin hükmünün /kararlaştırmış olduklarının gerçekleşmesine kadar sabır göster ve mücadelene devam et. Sakın balığın (Asur halkının) dostu (Yunus) gibi kendi halkına kızıp ülkeni terk etme hatasını yapma ve Sen de halkına kızıp onlardan uzaklaşma.
Ayetlerin bu açıklamalarına göre, kanaat ve görüşe dayalı İnsan Şeriatının önü kesilmiş olmaktadır. Yine bu mesajlara baktığımızda dinî kural ve uygulamalarının bir nevi devlet işlerine karıştırılmaması (veya moda deyimle laiklik) uygulaması olduğunu görmekteyiz.
Buna benzer olarak, Peygambere din temelli gruplaşmalar yapanlara da karışmaması ve onlardan uzak durması önerilmiştir.
En'am-159. Özellikle de dinlerini parçalara, fırkalara /hiziplere ayıran, grup grup olanlara uyma ve onlardan uzak dur. Artık onların işi Allah'a kalmıştır. Allah, hesap günü onlara amellerinin yanlışlığını haber verecek ve o zaman hatalarını anlayacaklardır.
Din kuralı koyucu olarak vahiy kitapları ve son olarak da Kur'an dışında başka herhangi bir kitaba veya kaynağa itibar edilmemesi gerektiğine Kalem-37 nci ayette vurgu yapılmıştır.
Kalem-37. "Yoksa sizi bu düşünce ve davranışa yönlendiren okuyup ders aldığınız bir kitabınız var da, bu tutarsız hükümlerinizi ondan mı öğreniyorsunuz?".
Devlet dinî kısıtlamalara girmezken, bu yasaklara uymaması nedeniyle başkalarına verdiği herhangi bir zarar veya huzursuzluk için kişilere uygulanmak üzere ceza yasası koyar. Dine dayandığı için değil de başkalarını huzursuz edebileceği için. Örneğin umuma açık yerlerde alkol veya uyuşturucu madde kullanma, kapalı yerlerde sigara içme, çevreyi kirletme, yere tükürme, yere sakız atma, gürültü yapma gibi durumlara yasaklar konabilir. Yani devlet insanların din özgürlüklerini, başkalarının din ve manevi düşünce özgürlüklerini olumsuz etkilenmemek üzere gerekli güvenceleri ve yasal önlemleri alır. Dinî inançları ve çeşitliliklerini çağrıştıracak kıyafet, dinî simge ve davranışlar nedeniyle insanların birbirlerini dinî inançları nedeniyle etkileyecek durumlara müsaade etmez ve gerekirse hukukî yasaklar koyar. Ayrıca devlet, dini başıboş bırakmamalı ve sahip çıkmalıdır. Bu sahip çıkma, özgürce, fakat başkalarına zarar vermeyecek ve istismar etmeyecek maddî ve manevî koşul ve olanakları sağlamanın ötesine geçmemelidir. Çünkü dinî baskı ve zorlamalar, laikliğe aykırıdır. Örneğin bir yurt dışı gezim sırasında şehrin merkez parkının giriş kapılarında, parkta yasaklanan konular büyük panolarda gösterilmiş ve insanlar bu yasaklara uymaları için uyarılmıştır.
Kısaca laiklik prensibinde devlet ve dini birbiriyle çatışan, birbirine rakip iki ayrı kurum olarak değil, ikilemli prensipte olduğu gibi birbirini tamamlayan ve beraberlikleri ile toplumun düzenini sağlayan iki kurum olarak görmeli ve değer vermeliyiz. Böylelikle de laiklik prensibi sayesinde din ve devlet birer değer olarak yerlerini almış olurlar. Sonuçta da hem toplumun bireyleri demokratik özgürlük hakları çerçevesinde dinî inançlarının gereklerini yerine getirmiş, hem de devletine sahip çıkmış olur.
Bu ikilemde aşırı dinci bir yaklaşım nasıl kabul edilmezse, aşırı laiklik yorumlarına dayanan dine karşı olan bir davranış da kabul edilemez ve her ikisi de birer bağnazlıktır ve sömürüdür.
On beş gün sonra yeni bir konuda inşallah tekrar birlikte olmak ümidi ile.
NOT- NÖVAK Vakfımızın kitaplarının gelirleri ile Eskişehir Tıp Öğrencilerine burs veriyoruz. Özel günlerinizde kitaplardan alır veya hediye ederseniz bize destek olur ve öğrenci sayımız artar: "DİN VE BEYİN", "SON DAVET KUR'AN Tercümesi", "KUR’AN KADINI KORUYOR", "OKU! Konularına göre Kur'an ayetleri", "KUR'AN'IN KULU KÖLESİ MEVLANA", “TEVRAT VE İNCİL’DE ÖNCEKİ İSLAM”, “KUR’AN VE SON İSLAM” ve “ALLAH İLE ANLAŞMAMIZ VAR”