Zanka

Prof. Dr. Gazi Özdemir


Prof. Dr. Gazi Özdemir

Din demek, bize, bütün insanlara ve Allah ve yine diğer insanlarla olan iletişimimize zarar vereceği için yarısı yasaklananlar ve diğer yarısı ise fayda sağlayacağı için yapmamız istenen yaşam kuralları bütünü demektir.

Peygamberimiz Hz. Muhammed’in vefatından başlamak üzere olan asırlar içinde, bu kurallardan uzaklaşılmış ve din kuralları şekilselleştirilmiş, hurafe ve rivayetler ile boğulmuştur.

Aynı paralelde Hz. Muhammed’i örneklik de şekilselleştirilmiş ve insan olarak günlü yaşantısı, kıyafeti, ne yiyip ne içtiğine indirgenmiştir.

Aynı şekilcilik, Atatürk’ün yolunda olmaya da uygulanmış ve halen de uygulanmaktadır diye düşünüyorum.

Kur’an, din ve Atatürk konusunu önce soru, sonra uygun açıklamalar şeklinde açıklamaya çalışacağım.

1. SORU: Atatürk’ün din ve din demek olan temel kurallarını bildiren Kur’an’a bakışını insanlar sizce nasıl değerlendiriyorlar?

Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Kur’an, dolayısıyla Atatürk’ün dine yaklaşımı konusunda ülkemizde 3 ayrı görüş ve grup bulunmaktadır:

* Dinî değerleri yaşamdan ayrı ve uzak tutmak isteyenler, genelde Atatürk’e sığınmakta, onu kendi düşüncelerine kalkan yapıp, kendi fikir ve idealleri doğrultusunda istismar etmektedirler.

* Kendilerini İslâm dininin sözcüleri sanan bazı kimseler de, Türk Milleti için gerçek milli bir değer olan Atatürk’ü, dine karşı biriymiş gibi gösterme gafleti içine girmektedirler.

Buna göre her iki grup da Atatürk’ü dinden uzak gösterme yarışında olmaktadırlar.

* Üçüncü gruptakiler ise Atatürk’ün tüm yaşamına ve birçok konuşmasına ön yargısız yaklaşmakta ve gerçekçi gözle değerlendirmektedirler.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün din anlayışını, onun hakkında yapılan birtakım yorumlardan ve başkalarının ön yargılı sözlerinden değil; bu üçüncü grup gibi doğrudan doğruya bizzat Atatürk’ün kendi sözlerinden, demeç ve sohbetlerinden, en önemlisi de yaptıklarından incelemek ve değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır.

Böylece, bir taraftan Atatürk adına “din aleyhtarlığı” yapılırken; diğer taraftan da din adına “Atatürk aleyhtarlığı yapanların gerçek yüzleri aydınlanmış olacaktır diye düşünüyorum.

2. SORU: Atatürk’ün çocukluk ve gençlik yaşlarında, büyüdüğü çevrenin, sonraki Kur’an ve Din’e olan yaklaşımını etkilemiş olabilir mi?

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, dinî ve millî duyguları coşturan bir sosyal çevrede dünyaya gelmiştir.

İslam dininin temel kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'e büyük önem vermiştir.

İlk Kur'an kültürünü ailesinden, soyu Şems-i Tebrizi'ye dayanan annesi Molla Zübeyde Hanım'dan almıştır.

Zübeyde Hanım, oğlu Mustafa Kemal'e çok küçük yaşlarda Kur'an öğretmiş ve eve çağırdığı hafızlar sayesinde öğrettirmiştir. Yaşamış olduğu mahalle ve Selanik şehri ona çocukluğundan itibaren “Türklük” ve “Müslümanlık” kimliğini ilham etmiştir.

Mustafa’nın ilköğrenimini gördüğü Şemsi Efendi Mektebi ve daha sonra devam ettiği Selanik Mülkiye İdadisi, devrin şartları içinde ciddi dinî bilgiler veren öğretim kuruluşları idi.

Hatta daha sonra girdiği Selanik Askeri Rüştiyesi ile Manastır Askeri İdadisi de programlarında aynı ciddiyet ve seviyede din kültürü veren kurumlardı (Şevket Süreyya AYDEMİR, Tek Adam, İstanbul, 1995, Remzi Kitabevi, c.III, s.46-50, Şerafettin DÖNMEZ, Atatürk’ün Çağdaş Toplum ve Din Anlayışı, İstanbul, 1998, Ayışığı Kitapları Yayınları, s.153-154).

Mustafa Kemal, çocukluk ve gençlik yıllarında, birçok dinî ibadet ve ayine katılmıştı. İlk gençlik yıllarında Selanik’te bulunduğu dönemlerde Cuma ve Teravih namazlarını kendi mahallesinde bulunan Kasımiye Camiinde kılardı (Ahmet Faruk KILIÇ, Atatürk ve Din, İstanbul, 2009, Değerler Eğitim Merkezi Yayınları, s.75, Sinan MEYDAN, Bir Ömrün Öteki Hikâyesi AtatürkModernizm, Din ve Allah, İstanbul, 2002, Toplumsal Dönüşüm Yayını, s.43).

Atatürk, meraklı ve sürekli öğrenme açlığında olması yanında, araştırıcı ve sorgulayıcı bir kişilik yapısındaydı.

Daha lise öğrenciliğinden itibaren askerî konular yanında, ülkeyi ilgilendiren sosyal konular ve özellikle Kur'an temelli İslâm ile ilgilenir, her fırsatta Müftüler başta olmak üzere, sık sık Din ve Kur'an tartışmaları yapardı.

Kur’an’ı daima merak etmiş ve fırsat buldukça öğrenerek inancını pekiştirme çabasında olmuştu.

Tüm yaşantısına baktığımızda, Atatürk’ün, çocukluğundan başlamak üzere, Allah inancının ve Kur’an bilgisinin güçlü olduğunu görüyoruz.

Anıtkabir Atatürk Müzesi'nde sergilenen Atatürk'ün kullandığı eşyalardan biri ve yanından hiç ayırmadığı bilinen 3,5 cm uzunluğunda 2.8 cm genişliğinde ve 1 cm kalınlığında çok ufak boyutta basılmış bir Kur'an-ı Kerim'dir.

Atatürk, haftanın belirli günlerinde dönemin önde gelen hafızlarına Kur'an okutturmuş, okunan ayetlerin anlamını da tartışmıştır.

İşte yıllar içinde bu bilgiler, Atatürk'ün Kur'an'ın özüne ve Kur'an'daki İslâm bilgisine hakim oluşunu sağlamıştır. Çok güzel Arapça bildiği için Kur'an-ı Kerim'in hem orijinal Arapça metnini, hem de Fransızca ve Türkçe çeviri metinlerini defalarca incelemiştir.

Onun okuduğu kitaplardan biri de Cemil Sait'in 'Kur'an-ı Kerim Tercümesi” olmuştur. Her anlayarak Kur’an okuyuşundan ve sohbetlerden sonra da:

Hey büyük Allah’ım, Kur'an'a inanmayan kâfirdir. Bize nasıl yol gösteriyor. Bunları tüm dünyaya okutmalıyız" diye söylenmiştir.

3. SORU: Çocukluk ve gençlik dönemlerinin bu etkileri, Atatürk’te nasıl bir dinî inanç oluşturmuştur?

Atatürk, işte bu ilk çocukluk ve gençlik aşamaları temelinde başlayan kendi inançlılığını şu sözleri ile vurgulamıştır:

“Bence, dinsizim diyen mutlaka dindardır. İnsanın dinsiz olmasının imkânı yoktur. Dinsiz kimse olmaz. Bu genelleme içinde şu din veya bu din demek değildir. Tabiatıyla biz, içine girdiğimiz dinin en çok isabetli ve çok olgun olduğunu biliyoruz ve imanımız da vardır. Fakat bu inanışı nurlandırmak lazım, temizlendirmek, güzelleştirmek lazımdır ki hakikaten kuvvetli olabilsin.”

“Yalnız şurası vardir ki din, Allah ile kul arasında kutsal bir bağlılıktır. Mutaassıp İslamcıların din komisyonculuğuna izin verilmemelidir. Dinden maddi çıkar sağlayanlar alçak kişilerdir. İşte biz bu duruma karşıyız. Buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan kimseler, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin mücadele edeceğiniz bu ettiğiniz kimselerdir. (Sadi BORAK, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, İstanbul, 1997, 2.Basım, Kaynak Yayını, s.216-217, Genel Kurmay, Atatürkçülük, Atatürkçü Düşünce Sistemi, c.III, s.452-453, 458-459).

Atatürk, sık sık, insanın dindar olması gerektiğine vurgu yapmış ve bir konuşmasında şunları söylemiştir;

"Din, insanların gıdasıdır. Dinsiz adam, boş bir eve benzer. İnsana hüzün verir. Mutlaka bir şeye inanacağız. Bu dinlerin en sonuncusu, elbette en mükemmelidir. İslâm dini, hepsinden üstündür - Banoğlu, Nükte ve fıkralarıyla Atatürk, s. 707".

4. SORU: Atatürk, Kur’an’ı bütünü ile çok iyi bilen ve anlayıp yorumlayabilecek bir aşamada mıydı?

Atatürk’ün, Kur’an’ın bütününü kavramışlığına dayanan şu vurgusu da bence çok önemli olmuştur:

"İslâm dini, Arabistan ve Orta-doğu sınırları içine hapsedilen bir Arap dini değildir. Kur'an, Evrenlerin ve insanların Rab'binden tüm insanlığa sunulmuş bir mesajdır.

Tanrı'nın bilgisini kapsayan bu mesajı, insanlığa duyuran Hz. Muhammed'dir. Bu duyuru, belirli bir ırk ve coğrafyayla sınırlı değildir. Bu duyuruyu kapsayan Kur'an, Dünya'nın sonuna kadar sürebilecek bir zaman dilimine, çok farklı iklimlere, apayrı alışkanlık ve kültürlerin olduğu geniş bir coğrafyada yaşayan insanların tümüne hitap edebilecek esneklikte bir kitaptır (Mustafa Sağ. Dini Atatürk gibi anlamak-2006).

Özellikle son cümlesi ile Atatürk, Kur'an'ın donuk ve sadece Hz. Muhammed zamanındaki topluma değil, zaman üstü ve Al-i İmran-7’nci ayette belirtildiği gibi, her biri birer ibad etme /yani Allah’a kulluğu ifade etme hedefi olan Muhkem /değişmez /kesin ana kurallara ulaştırıcı araçlar /yöntemler olan ve her topluma hitap eden müteşabih /değişken /benzeşik mesajları ile canlı bir kitap olduğunu açıklıyordu.

Al-i İmran-7. Ey Peygamber! Allah’ın indirmiş olduğu bu kitabın bazı ayetleri muhkem /değişmez ana kural özellikli, herkes tarafından açık seçik kolaylıkla anlaşılan ve kitabın anaları /temeli /ana iskeleti ve hedef hükümlerdir. Geri kalanlar ise müteşabih /çok anlamlı /değişken mesajlardır. Kalpleri ve düşünceleri kötü niyetli olanlar, insanların arasına fitne sokmak ve kafaları karıştırmak için, çok anlamlı olan müteşabih /araç mesajlara bile bile daha fazla önem verirler. Hâlbuki onların sembolik ve bilimsel özellikte olanlarının gerçek anlamlarını ise bir Allah, bir de "Ey Rabbimiz! Bildirdiğin ayetlerin hepsine inandık, hepsi Rabbimizdendir." diyen, bilim adamları bilir. Ayetlerin bu ayırımını aklını kullanan, bu bilim ve düşünce sahiplerinden /ülül elbab’dan başkası anlayıp, düşünüp yapamaz.”.

Bu ayet ve Zumer-23 ncü ayetlerde Kur’an’ın iki türlü mesajlı olduğu belirtilmiş olup, bunlardan muhkem olanlar, Din denilen Kur’an’daki değişmez, farz olan, zamanüstü ve her topluma uygun Dinin anayasa maddeleridir. Diğer mesajlar ise müteşabih denilen mesajlardır ve bunların İlahi sisteme ilişkin bilgiler, tanımlamalar, Evren’e ilişkin bilgiler ve zaman ve toplumlara göre değişken özellikli araç /yöntem mesajlar olduklarını düşünüyorum.. İşte Atatürk, Kur’an’ın 2 türlü mesajlı olduğu bu bilgisi ile şu açıklamaları yapmıştır:

"Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, dinin asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.”

"Hukukî hükümler zaman ve mekân içinde içtimaî heyetlerin uğradıkları değişiklere göre değişe geldiğinden, on dört asır evvelki zaman ve mekânın ihtiyacına göre lüzumlu ve kafi görülmüş olan esaslar yerine, bugün birçok mütenevvi kanunlar ve usuller konulmak zarureti görülmüştür. Bunlar dahi ebedî olmayıp zamanla değişmeye mahkûmdurlar.”

Atatürk, gerçek ve içten olan inancı paralelinde TBMM'nin açılışını, 23 Nisan 1920 Cuma gününe ve Hacı Bayram'ı Veli Camiinde kıldığı namaz ve bizzat hutbeyi okumayı takiben, kurban ve dua eşliğinde gerçekleştirmiştir.

Atatürk, Allah'a şükretmeyi bir alışkanlık haline getirdiği gibi, bunu çevresindeki insanlara da tavsiye etmiştir.

Örneğin büyük musiki yeteneğine sahip olan Safiye Ayla'ya, sahip olduğu bu yetenekten dolayı Allah'a şükretmesini önermiştir.

Atatürk, gerekli çalışma ve çaba temelli Allah'a tevekkül edilmesi görüşündeydi ve Kurtuluş savaşı sırasında, 25 Ağustos 1922 günü, Kocatepe'ye çıktığı zaman, orada şöyle dua etmiştir:

"Allah'ım, Senin bana verdiğin fikir ve zekâyla ben bütün planlarımı gerçekleştirdim. Bundan sonrası artık Senin mukadderatın".

5. SORU: Atatürk, ilk görev yerleri ve katıldığı savaşlar sırasında özellikle Arap toplumunu birçok yönleri ile çok iyi tanımıştır diye düşünüyorum. Gördüğü Arap toplumunun geri kalmışlığı ile kendi dilleri olan Kur’an’ı nasıl bağdaştırmış acaba?

Atatürk, Müslüman toplumların geri kalmışlığını, dini bilim ve akıl ile bağdaştırmamaları ve çalışmamalarına bağlamış ve bu görüşünü şöyle açıklamıştır:

"Düşmanlarımız bizi dinin etkisi altında kalmış olmakla suçluyorlar ve duraklamamızı, düşüşümüzü buna bağlıyorlar. Bu yanlıştır. İslâm Türk tarihi incelenirse görülür ki, bugün kendimizi din diye bin türlü kayıtlarla kayıtlı zannettiğimiz şeyler, dinimizde yoktur. Bizim dinimiz, akla en uygun ve en tabii bir dindir. Ehli İslam’ın yakalanmış olduğu zulüm ve sefaletin elbette birçok nedenleri vardır. İslam dünyası, dinin hakikatleri çerçevesinde Allah’ın buyruğunu yerine getirmiş olsalardı, bu sonuçlarla karşılaşmazlardı. Allah’ın emri çok çalışmaktır. İtiraf ederim ki düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan daha çok çalışmak zorundayız. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve teknik ve her türlü uygarlık buluşlarından en üst derecede yararlanmak zorunludur. Hepimiz itirafa mecburuz ki, bu konudaki hatalarımız çok büyüktür. Bizim dinimiz, milletimize hakir, miskin ve zelil olmayı önermez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini korumalarını emrediyor” (Atatürk'ün söylev ve demeçleri- II-95, s.69.")..

Bu paralelde şu sözler de Atatürk'e aittir:

Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Bilince (şuura) aykırı, ilerlemeye engel hiçbir şey içermiyor.”

Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur, biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin yararına, İslam’ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın, o şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uygun olduğu bir din olmasaydı, son din olmazdı.”

 “Bir dinîn tabii olabilmesi için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinî miz bunlara tamamen uygundur. Dünya’daki işlerine zarar getirmemek şartıyla salat aktivitelerini yerine getir /yani sosyal dayanışma toplantıları yap, Kur’an’ı anla ve namazını kıl, heykel yap, resim de.”.  

Yine Atatürk, bu sözlerinin son cümlesinde değindiği, Allah’ın biz insanlara verdiği akla güvenmiş ve İzmir İktisat Kongresi’ni açarken yaptığı konuşmada, bu konuda, şunları söylemiştir: 

Biliriz ki Allah, dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar istifade etsin, nimet sahibi olsun diye yaratmıştır ve azami derecede yararlanabilmek için de, bütün kâinattan esirgediği zekâyı, aklı insanlara vermiştir.”(Şenermen S. Kalp /AKIL, İstanbul, 2014, Togan Yayınları)

6. SORU: Atatürk, islâm dininin geleceğini ne şekilde değerlendirmişti?

Atatürk, biraz önce değinmiş olduğum gibi, Kur’an’a olan hakimiyeti sayesinde Bakara-143 ve Hac-78’nci ayetlerle, Allah’ın tek dini olan İslam’ın Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e iman eden ümmetin örnekliğine bırakıldığını anlamıştı.

Bakara-143. Ey içtenlikle iman etmiş olanlar! Sizleri açık fikirli, dürüst ve doğru yol olan orta yolu izleyen örnek bir toplum, elçiyi de aranızda bunları canlı bir uygulayıcı olarak, insanlar için örnek bir insan kıldık.

Hac-78. Ey iman edenler! Ayrıca tek Allah’a iman etme ve muhkem /değişmez ana kurallar olan buyruklarına uyma uğrunda, diğer insanlara da uyarıda bulunmak üzere, gereken çaba ve mücadele etmeyi /cihad göstermeyi de mutlaka ihmal etmeyin. Çünkü Allah, sizi bunu yapmanız için seçmiş bulunmaktadır. Sizin bu sorumluluğun altından kalkacağınıza güveniyor ve dini olan İslam'a sahiplenmenizi bekliyor. Zaten size dinî kurallarla ilgili hiçbir zorluk oluşturulmamıştır. Babanız İbrahim'in ümmeti /soyu da sizin gibi seçilmiş bir milletti. Allah gerek size ve gerekse önceki tek ilah olarak Allah'a ve bildirdiklerine inanmış ümmetlere, Müslüman ismini vermiştir.

Yine Atatürk, Fatır-32’nci ayette, Kur’an’ın Allah tarafından İslam’ın örnekliği sorumluluğu verilen Hz. Muhammed’e iman edenlere miras bırakıldığını kavramıştır.

Fatır-32. Ya Muhammed! Senden sonra da Kur'an'ı, İslâm’ın temsilcileri olarak siz seçilmiş olan ümmetindeki insanlara miras bırakmışızdır. Fakat Kur’an’daki buyruklarımızı bilmelerine rağmen, kimi yanlış yola sapıp kendi nefslerine zulmedecekler, kimi orta yolu tutacak, kimi de Allah'ın izniyle en iyisini yapmada örnek olacaklardır. İşte Allah’ın en büyük lütfü bunlara olacaktır.

İşte bu ayet paralelinde “Hilafetin kaldırılması” sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde şu konuşmayı yapmıştır:

“Arkadaşlar! Tanrı birdir büyüktür. Tanrısal inançların belirtilerine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devirde ele alınabilir. İlk devir, insanlığın çocukluk ve gençlik devridir. İkinci devir, insanlığın ergenlik ve olgunluk devridir.

İnsanlık, birinci devrede tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddî vasıtalarla kendisiyle ilgilenilmesini gerektirmiştir.

Allah, kulları gereken olgunluk noktasına erişinceye kadar, içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla ilgilenmeyi Tanrı olmanın gereği saymıştır.

Bu nedenle de Hz. Âdem’den itibaren bilinen veya bilinmeyen sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve elçiler göndermiştir.

Fakat Peygamberimiz aracılığı ile en son dinî hakikatleri ve uygarlığı verdikten sonra, artık insanlıkla birtakım aracılar koyarak ilişki kurmayı gerekli görmemiştir.  Ve bu nedenledir ki cenab-ı peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve Kur’an en eksiksiz kitaptır.

Böylece her insan, artık ilahî vahiy olan Kur’anla doğrudan ilişki kurma yeteneği ve görevinde olmakla mükelleftir.”.

Çünkü Kur’an’ı tebliğ görevinde olan Peygamberin vefatı ile, elçi kişi tarafından tebliğ yöntemi sona ermiş, canlı kitap olarak Kur’an ve Hz. Muhammed’e atfedilen ayetlere uygun pratik örnekli sözleri kalmıştır. 

Bu nedenle de Hz. Muhammed’in vefatından itibaren, her iman edenin, Kur’an’ı anlaya anlaya, düşüne düşüne okuyup, din demek olan muhkem /değişmez ana kuralları öğrenme ve onlara uygun yaşamını düzenlemesi dönemi başlamıştır.

Diğer bir ifade ile her kişi din denilen kuralları, başkalarının sözlerinden değil, bizzat kendi çabası ile ana diline çevrilmiş Kur’an’dan öğrenecek ve kendi doğrularına ulaşacaktır. Kendi kendinin peygamberi olmayı başaracaktır.

Konuya kaldığım yerden inşallah devam etmek üzere.

NOT- NÖVAK Vakfımızın kitaplarının gelirleri ile Eskişehir Tıp Öğrencilerine burs veriyoruz. Özel günlerinizde kitaplardan alır veya hediye ederseniz bize destek olur ve öğrenci sayımız inşallah artar: "DİN VE BEYİN", "SON DAVET KUR'AN", "KUR’AN KADINI KORUYOR", "OKU! Konularına göre Kur'an ayetleri", "KUR'AN'IN KULU KÖLESİ MEVLȂNA", “TEVRAT VE İNCİL’DE ÖNCEKİ İSLAM”, “KUR’AN VE SON İSLAM”, “ALLAH İLE ANLAŞMAMIZ VAR”, “ALLAH’TAN ALACAKLI OL”, “ÖZDE DİNDAR, SÖZDE DİNDAR” ve “ALLAH KİMİ SEVER, KİMİ SEVMEZ”

 



Bu içeriğe emoji ile tepki ver