Bu Cuma günü Ayasofya’daki VIP Namaz esnasında birçok şeye şahit olduk.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Atatürk’e alenen hakaret edip onu “Lanetli” ilan eden rezaletten tutun, hutbeyi elindeki bir kılıçla okumasına kadar bir seri tepki çeken vukuat yaşandı. Atatürk’e lanet konusu, tarihçilere ait ifadelerle ret edildi ama konunun yargıya yansıyan tarafı ise önümüzdeki süreçte belli olacak.
Kılıç neyi simgeler
Hutbede kılıç bulundurma ritüeli ortaçağ İslam kültürüne ait bir gelenektir. Kılıç, yani güç kuvvet ile ele geçirilen beldelerin, kılıçla geri alınabileceğine dair meydan okuma geleneği olsa da zamanımızda oldukça çocuksu ve kompleksli bir tiyatro gösterisidir. Çünkü günümüz dünyasında kılıç, tamamen görsel sanatlar içinde ya absürt bir obje ya da tarihi olayları canlandırmada kullanılan ve kutsal anlamı olmayan bir nesnedir. İslamcı radikallerin zihninde kılıca dinsel terör anlamı yüklenebilir ama modern insan tasavvurunda kılıç, ilkellik, çağdışılık ve vahşetin sembolüdür.
Cuma hutbesinde kılıcı sağ elle tutmak, “her türlü düşmana meydan okuma” anlamına gelir. Kılıcın sol elle kılıcı tutulması ise İslam dini dışındaki kişilere “güven verme” anlamı taşır.
Kılıç ile hutbe okumanın son temsilcisi Abdurrahman Gürses
Sakarya’ya bağlı Hendek ilçesinin Soğuksu köyünde 1909 yılında doğdu. Babası uzun süre bu köyün imamlığını yapan Hafız Said Efendi, annesi Fatma Hanım’dır. On üç-on dört yaşlarında Kur’an’ı ezberledi. İstanbul’a giderek Ayasofya Soğukçeşme medreselerinde bir süre dini eğitim aldı. Yenicami imamı Nuri Efendi gibi Osmanlı bakiyesi alimlerle tanışıp kendilerinden yararlandı. 1934’te Üsküdar’a yerleşti. İlk resmi görevine 1938 sonlarına doğru Fatih Mihrimah Sultan Camii’nde imam-hatip olarak başladıysa da bir ay geçmeden Teşvikiye Camii’ne nakledildi. Burada yaklaşık beş yıl görev yaptıktan sonra 22 Mayıs 1944’te Beyazıt Camii’ne tayin edildi. 6 Haziran 1979’da emekliye ayrılıncaya kadar bu camide görev yaptı. Gürses, imamlık vazifesinin yanı sıra Beyazıt Camii Kur’an Kursu, Nuruosmaniye Kur’an Kursu ve 1973’te bir dönem İstanbul İmam-Hatip Okulu başta olmak üzere çeşitli yerlerde Kur’an okuma (kıraat) dersleri verdi. Davet üzerine gittiği Fas’ta Verş rivayetini okuttu. Abdurrahman Gürses, Takrîb Kavâid Defteri gibi bazı ders notlarının yanı sıra İslâm’ın Nuru adlı dergide yayımlanmış derleme ve tercüme niteliğinde yazılar yazdı. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Haseki Eğitim Merkezi’nde 1976-1998 yılları arasında kıraat öğretti. Abdurrahman Gürses 10 Ağustos 1999 tarihinde vefat etti ve Beyazıt Camii’nin hazîresine defnedildi.
Abdurrahman Gürses, ''ben eslâfın yetimiyim'', yani ilk dönem Müslüman bilginleri gibiyim ama onlardan yoksunum, diyen bir Kur’an üstadıydı. Onun Kur’an okumasında anlama göre ses değişimi olurdu, ayetleri konusuna uygun okur ve bu tarz herkesi mest ederdi.
Hani bilenleriniz bilir, Türk Ortaoyununda “Kavuklu olma” geleneği vardır. Tiyatronun duayeni pozisyonundaki kişi, kendinden sonra Türk tiyatro sanatının üstatlığına layık olduğu kimseye elinde bulundurduğu kavuğu verir. Böylece silsile halinde Ortaoyununun sağlam bir ustalar zincirine bağlı olduğu, vefa ve liyakat unsurunu içinde barındırdığı mesajı verilmiş olur. Din öğretiminde de, Kur’an okuma alanında böyle bir gelenek bulunmaktadır. Kur’an’ı yedi ayrı okuyuş şekline göre kıraat eden (okuyan) kişilere Reisül Kurra unvanı layık görülür. Abdurrahman Gürses de, Gönenli Mehmet Efendi olarak bilinen Mehmet Öğütçü’nün vefatının (2 Ocak 1991) ardından Reisül Kurra unvanını alıp ölümüne kadar bu görevini sürdürdü.
İşte Abdurrahman Gürses, Beyazıt Camiindeki görev süresince cuma hutbelerine kılıç ile çıkan bir hatipti. Bu vasfıyla son dönem dinsel seremoninin son temsilcisiydi. Ta ki geçen cuma günkü Ali Erbaş’ın kılıçlı gösterisine kadar.
Uygar dünyada KILIÇ algısı
Şimdi bir büyük tartışmanın başlayacağı kesindir.
Uygar dünyada vahşiliğin, ilkelliğin ve bazen de komik aksesuarın simgesi olan kılıç, İslamcı gelenekte çocuksu bir anlam taşıyabilir ama kılıç aynı zamanda İslamofobiyi, yani İslam karşıtlığını pompalayan lobilerin olumsuz propagandalarına destek aracıdır.
Bundan böyle diğer din temsilcileri, asırlardır durmadan usanmadan tekrarladıkları sözleri rahatlıkla söyleyebilecek, İslam’ın cihat adı verilen katliamcı bir ütopyaya sahip olduğunu elleri güçlenmiş olarak iddia edebileceklerdir. Hz. Muhammed’in saldırgan olduğunu ileri süren ve Müslümanların da bu saldırganlığı din emri olarak benimsediklerini savunan Batı’ya, arayıp bulamadıkları propaganda malzemesi verilmiş oldu. İslamcıların “vahşi ve saldırgan” olduğu algısının reklam panosuna ise Ayasofya minberinde tam bir cihatçı pozu veren Ali Erbaş yerleşti.
Kılıç’ın gerçek sergisi nasıl olabilir
Günümüzün politik kurallarında güç gösterisi; ekonominin sağlamlığı, demokrasinin gücü, insan haklarında ileri seviye ve kadın haklarında çağdaş yaklaşımlar gibi kriterlerle değerlendirilir. Ancak sadece Türkiye’de değil, bütün İslam coğrafyasında yukarıda saydığım kriterlerin esamesi bile okunmamaktadır.
Türkiye’de iç siyasete yönelik olduğu anlaşılan “Kılıç göstermenin”, dış siyasette bir değerinin olabilmesi için etkin güce erişmeniz gerekmektedir. Pakistan ile Hindistan sınırındaki askerlerin sergilediği abartılı hava atma pozisyonunun Osmanlı versiyonu olan kılıçla hutbe okuma mantığının diplomaside değeri bulunmamaktadır. Açıkçası, Obama’nın bir telefon görüşmesinde SAĞ ELİNE aldığı beyzbol sopası, İslamcıların kıytırık kılıcından daha baskın mesajlar taşır. Yakın pozisyondan kılıçla yapılan gösterinin yerelliği oldukça kısırdır ama Obama’nın beyzbol sopasıyla verdiği “uzaktan eğitim” dersi veya Donald Trump’ın yazdığı meşhur mektuplar, okyanus ötesi terbiye olarak belleklere yerleşir.
Bir önemli hatırlatma da yapayım…
Fatih Sultan Mehmet’in Hristiyanlardan alıp devşirerek camiye çevirdiği bir mekân olan Ayasofya’nın açılışını Milat olarak verenlerin iktidarda kalma süresi, Atatürk’ün onlara biçtiği vaat kadardır
Nazif Ay