Zanka

Yoktu… Yoktu… Yoktu… Kimse yoktu… Hiç kimse…

Nasıl olabilsin ki?

Düşünün bir kere.

Hiç yoktu ki kim olsun.

Kim yoktu ki hiç olsun.

Kim sorusu yoktu ki kimse olabilsin!

Kimsenin sonundaki ise yoktu ki hiç sorusu sorulsun.

Kimi kimseyi aramak yoktu.

Hiçliğe dair soru yoktu.

Kimsesizlik sonsuzdu, anlamıysa boşluktu.

Kimi kimsesi olmamak, sadece O’na özeldi.


Bir şey yoktu…

Hiçbir şey…

Şey’in yanında bir yoktu.

Şey’i tartacak şey yoktu, hem zaten gereği de yoktu.

Şey, iradeyle var olandır.

Şey’e hayat verecek ne bir şey vardı ne iradeyi coşturacak bir başka şey…


Bir olarak, O vardı.

Birin yanında TEK vardı.

Kimse’nin karşılığı O idi.

Şey’i ortaya çıkartmamıştı.

Şey’e şey dedirtmeyen O’ydu.

Bağımsız, bağlantısız, sorumsuz iradesi vardı.

Parçalı bulutlu, iradesinden umutlu, seçilmiş seçme büroluğu iradelere muhataplık yoktu.


Onun için “O” denilmiyordu, O ile dolu şartlarda.

O zamirini O bile kendisi için kullanmıyordu.

O kendine “O” deseydi, tekil olan şahsiyeti birden bire üçe çıkardı. Biri O olurdu, diğeri o zamirindeki gizli O olurdu, öteki diğeri iki benliğin arasındaki gizli O olurdu.


Tek olan O, kimsesizliğini biliyor ama aldırmıyordu.

Aldırsaydı kimsesizliğine, kimsesini ve kim sorusunu soracak diğer kimleri var edebilirdi.

Kim’leri yaratmak, kimlikte tek olan O’na ve otoritesine halel getirir miydi ya da kimler denilen kimseler varlık alanına doluşunca tek olan O’na karışır mıydı soruları askıdaydı.


Kimsesizliğine üzülmüyordu.

Üstelik daha garibanlık hüznünü yaratmamıştı.

Tek başına kalmanın edebiyatını var etmemişti.


 Ne garip değil mi, bir kişinin olması, sadece bir tek kişinin?

 Varlık bir kişiden ibaret olduğunda, O bir kişinin kendi tekliği ile yetinmesi nasıl bir duygudur, bilinmez.


Tek oluşunun makamı bulunmuyordu.

Tek oluşu, tek başına onun için yüce makamdı.

Düşünsenize, teksin ve tek olanın ortamı yok, aksi halde tekin ortamı ezeli bir tanrı olurdu.


Teklik makamında kendisini seyrediyordu.

Bu, koskoca okyanusun engin sahilinde sonsuzluğa bakıp dalmak gibi bir şeydi belki.

Seyir alanında masmavi gökyüzü yoktu, masmavi deniz de.

Arası olmayan dolulukta seyrettiği yalnızca kendisiydi.


Anlaşılması zordur, hiçin ve şeyin ve kimsenin ve ortamın olmadığı, yalnızca tek olan bir tanrının varlığını sergilediği şartların anlaşılması zordur.

Farabi’nin Sudûr Teorisi şimdi daha iyi anlaşılabilir.

Tanrıdan başka hiçbir şeyin olmaması, bir boşluk bile olmayan şartlardan tanrı dışı varlıkların ortaya çıkması, problemlerin problemiydi.

Boşluk bile yoksa ve doluluk zaten olmadığına göre, tanrı dışındaki varlıkların ham maddesi neydi?


O, varlığını hep kendisiyle sürdürüyordu.

Sürdürüyordu ifadesi yetersiz, çünkü zaman denen şey yoktu.


Var denileni var edecek O, yokluğu da var etmemişti.

Yokluğun varlığı, onu yoklukta tutmasında gizliydi.

Yüce bilgisinde yokluğun bilgisi vardı ama yok olanı varlığa sokmama ihtimalini kudret elidde tutuyordu.

Var olabilecek yokluğu, varlığa kavuşmaksızın yokluğa düşürecek egemenlik hakkı kudretinde bulunuyordu.

Eser üretme potansiyeli vardı ama üretmiyordu.

Cümlelerimde “var ile yok” sözcüklerini mecburen çokça kullanıyorum.   

 

İsterseniz Onu tanıtayım.

Evet, onun bir tanrı olduğunu söylemiştim.

Yaratma fiilinden önce O sadece bir tanrıydı.

Tanrılığa Allah olarak başlamamıştı, ismi henüz Allah değildi.

İsmi Allah değildi ama Allahlığa tek aday O idi.

Çekişeceği bir rakibi, karşı koymaya zorlanacağı bir muhalifi yoktu.

Tanrı olarak sadece kendisine inanıyor, başka birine, başka bir tanrıya inanmıyordu.

Sonradan var olacaklar tarafından yadırganamazdı onun Rabbanî inançsızlığı.

Sorgusu yoktu tanrılığının, varlığını inkârı imkânsızdı ilahlığının.



Bu içeriğe emoji ile tepki ver