Yıllardır tartışılıp durulur, “Atatürk inançlı bir Müslüman mıdır, yoksa dincilerin ileri sürdüğü gibi din düşmanı mıdır, en azından inançla hiçbir bağı olmayan bir deist midir?” diye.
Elbette Atatürk gibi bir zekânın, basit ve ilkel gerekçeli dinci güruhun dâhil olduğu alelade din inancına sahip olması düşünülemez ama onun yaşamını dikkatle izlediğimizde karşımıza tam bir Yörük Türk’üne has özellikli din inançlısı şahsiyet çıkar.
Yine biliriz ki, kimin cennetlik kimin cennet dışı olduğunu yalnızca Allah bilir. İslam’da ruhban sınıfı olmadığı için kişilere cennetten arazi satma ya da onları cehenneme atma yetkisi kimseye ait değildir. Ama bir insanın sonsuz akıbetinin ne olduğunu az veya çok tahmin edebiliriz. Zira Hz. Muhammed, ölen kişilerin ardından iyi ya da kötü olduklarına dair tanıklıklara “Vecebet (gerekli oldu)” diye karşılık vermiştir. Ona: “Niye böyle söyledin?” şeklinde sorulduğunda: “Sizin iyi dediğinize cennet, kötü dediğinize ise cehennem gerekli oldu” yanıtını vermiştir. Demek ki kişilerin manevi makamını tahmin etmek pek de zor değildir. Üstelik Peygamberin, kendi zamanındaki bazı kişileri henüz yaşarken cennet ile müjdelediğini ve bunlara itikat kitaplarında “Aşere-i mübeşşere (cennetle müjdelenen on kişi)” denildiğini de biliyoruz.
Doğrusu, cennet ile cehennemin ne olduğu meselesi üzerine birçok yorum yapılmıştır ama iyilik ve kötülüğün ne olduğu konusu hemen hiç görülmemiştir. Bunun nedeni, insan vicdanı ve doğru gözlemlerin iyi ile kötü ayrımını mükemmel yaptığı ve kişileri asla yanıltmadığı gerçeğidir.
Atatürk’e Yapılan Haksızlıklar
Öncelikle Atatürk’ün inanç dünyasına olumsuz yaklaşanların örnek gösterdiği kimi noktalara dikkat çekip yorumlayacağım.
Sözgelimi Atatürk’ün: “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” sözü her zaman istismar edilmiştir. Ayrıca Atatürk’le ilgili din konusunda eleştirilerin başında ya daha çok manevi kızı Afet İnan’a yazdırdığı söylenen Medeni Bilgiler Kitabı veya kimi notları ile söylemleri gelmektedir.
İftiralardan beslenen dinci çevreler ve Atatürk düşmanlığını meslek edinen siyasilerin özellikle pişirip pişirip işledikleri Atatürk’ün: “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” sözünün analizini Sinan Meydan yapmıştır. Meydan özetle: “Öncelikle peşinen söyleyeyim ki, bu yazıda amacım bazılarının yaptığı gibi elime bir ‘iman ölçer!’ alıp Atatürk'ün imanını ölçmek değildir! Ayrıca bu kimsenin haddine de değildir. Atatürk yapıp ettikleriyle her şeyden önce Türk insanının canını, namusunu, vatanını kurtarmıştır. Ona minnet duymak için onun dindar veya dinsiz olmasının hiçbir anlamı yoktur. Ona minnet duymak için bu ulus için yapıp ettikleri yeter de artar bile. Benim bu yazıdaki amacım çokça çarpıtılan bir konuyu açıklığa kavuşturmaktır. O sözler ‘CHP prensiplerinin hayattan alındığı’ vurgusunu güçlendirmek için söylenmiştir Her şeyden önce Atatürk -tamamını buraya sığdıramayacağım için koymadığım- 1937’deki bu Meclis açış konuşmasında daha önceki Meclis açış konuşmalarında olduğu gibi Türk milletinin yükselmesi, ilerlemesi, refahı, mutluluğu için neler yapılacağını açıklamıştır. Ağır sanayinin kurulmasından, madenlerin işletilmesine, demiryollarından, kültür sanat politikalarına kadar Türk milletinin kalkınmasını sağlayacak birçok farklı alanda yapılanları ve yapılacakları sıralamıştır. Bütün bunları dönemin hükümetinin, CHP’nin yapacağını ifade etmiştir. Burada da CHP’nin prensiplerinin hayattan alındığını, bu prensiplerin değişebilirliğini, zamana uygunluğunu, dinamikliğini vurgulamak için çok radikal bir şekilde bu prensipleri kutsal kitaplardaki hükümlerle/dogamalarla karşılaştırmıştır. Ancak Atatürk bu karşılaştırmayı yaparken -hep iddia edildiği gibi- asla dinlere, kutsal kitaplara hakaret etmemiştir. Burada kutsal kitapları yanlış anlayan din bezirgânlarına üstü kapalı bir gönderme yapmış, onların yanlış kutsal kitap algılarını ‘sanmak’ diyerek eleştirmiştir. Çünkü Atatürk, kitapların gökten indiğini ‘sananlardan’ değildir, O, kitapların ‘gökten’ inmediğini çok iyi bilmektedir! Aslında 1937 Meclis konuşmasının en can alıcı noktası ‘gökten indiği sanılan kitapların dogmaları’ sözü değil, ondan hemen sonra gelen ‘Bağrından çıktığımız yurt (vatan) ve Türk ulusu’ vurgusudur.” yorumlarını yapmıştır.
Bence çok kimse Mustafa Kemal’in nevi şahsına münhasır bir dahi olduğunu unutmakta, düşünce dünyasındaki dalgalanmaları anlayamamaktadır. Fikir hayatındaki gitgeller, o fikir sahibinin tedebbürünü yani kıyaslamalı düşünce alanını genişletir. Ağır fikirleri yüklenen kişilerde “kabz ve bast” hallerinin, yani ruh ve fikrin bazen daralıp bazen de açılacağı gerçeğini bütün büyük mütefekkirler bilmekte ve kabul etmektedir. İslam düşünce dünyasında tanrının varlığı ve varlık üzerine dogmatik anlayışları yırtan fikirler üretilmiştir. İnancın en ileri boyutta tartıldığı, sorgulandığı yoğun tefekküre erişemeyenler, yüce amaçlı kişilere karşı haset beslemektedir.
Atatürk’ün kendine ait bazı düşünceleri herkes tarafından kabul görmeyebilir, eleştirilebilir, ret edilebilir, hatta karşı tezler öne sürülebilir. Atatürk de neticede eksik ve hatalı bir varlıktır. Öyle olduğunu bildiği için kendini devamlı geliştirmeye çalışmıştır. Fakat onun notları veya söylemlerinden özenle cımbızlayarak manşete çekilen fikir eksersizleriyle ne çok dindar olduğu ne de dine karşı olduğu söylenebilir. Yoksa biz veya bir başkası Atatürk’ün inançlı ya da inançsızlığının avukatı değiliz, böyle bir zorunluluğu hissetmeye de mükellef değiliz. Kaldı ki İslam inanç kurallarına göre “Elfaz-ı küfür!” yani dinsizlik ifadesi gibi görülen sözlerle bir kimse inançsız olarak nitelendirilemez. Ayrıca şu noktanın bilinmesi de gerekir ki, inançlı bir kimseye “inançsız” diyen kişiler Hz. Muhammed’e göre inançsız kabul edilir.
Şeriat hükümlerin Atatürk tarafından kaldırılması ve onun yerine devrim kanunlarının konulması konusu esasında zihinleri fazla meşgul etmemelidir. Zira Atatürk’ten önce Osmanlı anayasası yazboz tahtasına dönmüş, son dönem padişahlarından bazılarına yaptıkları reformlardan dolayı “gavur padişah” bile denilmiştir. Cumhuriyet’in başlangıç tarihine kadar Batı’ya ait birçok kanun ve düzenlemeler zaten yapılmış, adeta tarih son noktayı koyacak büyük devrimciye yer açmıştır. Dolayısıyla Atatürk aslında realitenin ve gelinen noktanın adını açıkça koymuş oldu.
Buradaki en büyük sorun, devrimlerin yapıldığı ilk dönemlerde bazı kanunların uygulanmasında yaşanan sorunlar ile bazı uygulayıcıların zulmü olabilir. Fakat her çağda bu tip bürokrat ve memurlar olagelmiştir. Dört büyük halife zamanında da atanan valilerden bazılarının kendine ve yakınlarının menfaatine olan kayırmalarına tanık olunmuştu. Yapılan bu olumsuzlukları ülkenin başındaki yöneticinin günah defterine yazmak oldukça haksızlıktır. Hz. Ömer’in, “Fırat'ın kenarında bir kuzuyu kurt kapsa kuzunun hesabını Allah, Ömer den sorar” sözündeki ince düşünce bazen yaşamda karşılığını bulamaz.
Atatürk’ü Cennetlik Yapan İki Büyük Devrim
Atatürk’ü büyük, ulaşılmaz ve cennete layık eden iki büyük devrimdir ki bunlardan biri ‘Yürürlükten kaldırdığı’, diğeri ise ‘Getirdiği’ ile ilgilidir.
Hilafeti/Halifeliği Kaldırması
Atatürk’ün yaptığı hizmetlerin başında, tekke ve zaviyeler ile medreselerin kapatılması gelmektedir. Tembel, miskin, işe yaramaz, askerlik yapmaz, vergi vermez ve kimi zaman vatan düşmanlarına ajanlık yapan bu menhus yuvaları ortadan kaldırmasının hakkını hiçbirimiz ödeyemeyiz. Tüm bu uğursuzlukları yok eden Atatürk’ün en anlamlı, en kutsal ve en son imzası halifeliğin kaldırılması olmuştur. Hz. Muhammed’in “Halifelik benim vefatından sonra otuz yıl devam edecektir. Ondan sonraki süreç ise halifelik adı altında azgın/kudurmuş krallık/sultanlık/padişahlık olacaktır” sözüne göre, Atatürk aslında bizzat peygamber tarafından 1388 yıl önce kaldırılması gerektiğine vurgu yapan halifeliği kaldırmadı, sadece kaldırılmış olduğunu ilan etti. Birinci Dünya savaşı sırasında Uzakdoğu Müslümanları üzerinde etkili olabilen hilafet makamı, diğer İslam ülkelerinde, özellikle Araplar üzerinde hiç de etkili olamamıştır. Bu gerçeği gören Atatürk ile hamiyet sahibi milletvekilleri, hilafeti doğrudan doğruya “TBMM’nin şahs-ı manevisi”ne havale etmiş, yani demokratik kurallara uygun yönetimlerin esas olduğunu ortaya koymuştur. Böylece dinin siyasi erkle sömürülmesini önleyen Atatürk, Kur’an ve sünnetin betimlediği cennete her anlamda liyakat göstermiştir.
Laiklik İlkesini Getirmesi
Bugün hâlâ dinciler tarafından gereği gibi anlaşılmamış, hatta inkâr ediliyor olsa bile, İslam’ın emniyet sübabı laikliktir. Atatürk’ün dine en büyük katkısı laiklik ilkesini egemen kılmasıdır. Şöyle de ifade edebilirim, laiklik esası getirilmeseydi şimdilerde İslam’dan söz etmemiz mümkün olmayacaktı. Veya en çıplak ifadeyle, eğer laiklik esası getirilmeseydi İslam’ı İslamcılar yok edeceklerdi. İslam’ın asıl hedefi laikliktir, çünkü birçok din yaşayabilmek için masalımsı anlatımlara tutunmak zorundadır ama İslam dini Atatürk’ün dediği gibi “Akla ve mantığa uygun” olmalıdır, aksi halde başka türlü ayakta kalması olanaksızdır. Dinin samimi hamisi olan Atatürk, dünyanın cennete dönüşme anahtarını İslam dünyasının eline vermekle cennet ehli vasfına layık olduğunu ispatlamıştır.
Kendisini Övmeyen Atatürk İlahi İltifatlara Layıktı
Konuyu anlamlı bir özetle toparlamam gerekirse Atatürk’ün inançsız olduğuna dair hiçbir kayda rastlanılmadığını belirtmeliyim. Atatürk diğer konularda olduğu gibi, din konusunda da ikiyüzlü ve kaypak davranmamıştır. Esasında kişinin inançlı veya inançsız olması kendisini ilgilendirir. Yobazlar; devlet başkanı, hatta devleti kuran kişinin mutlaka kendi dinlerine mensup olması kuralına inanırlar. Bu yaklaşım, devlet adamını peygamber gibi veya hayalindeki Mehdi gibi zannetme hastalığından kaynaklanmaktadır.
Atatürk’ün Son Sözü Cennetliklere Özeldi
Unutmadan vurgulamalıyım ki Atatürk ile ilgili bütün kaynaklara göre, Atatürk’ün ölmeden önceki en son sözü “Ve aleyküm selam” olmuştur. Bu son sözün yorumunu İslami anlayışa uygun olarak yorumlamak ise çok kolaydır. Çünkü Kur’an’da açıkça: “Melekler, canlarını temiz insanlar olarak aldığı kişilere şöyle derler: ‘Selam size (selamünaleyküm)! Yapıp ettiklerinize karşılık olarak girin cennete!” denilmektedir. Bu ayet bize, Atatürk’ün hangi sıfatla hangi ulvi makama ulaştığının resmini vermektedir.
Atatürk’ün naşının 4 Kasım 1953’te Etnografya Müzesinden çıkarılışında bulunan, burada Gençlik Nöbetini yöneten, 10 Kasım 1953’te Anıtkabir’e nakledilme sırasında kortejin yöneticilerinden biri olan ve Atatürk’ün toprağa verilişinde hazır bulunan 10 şanslı sivilden biri eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’dir ve anılarında bir anlamlı manzarayı aktarmaktadır. Atatürk Etnografya Müzesinden alınıp yeni tabutuna yatırılacağı anda Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım öne atılır ve “Biraz durun” der. Sonra avucunun içindeki bir küçük kâğıt parçasını tabuttaki Ata’nın başucuna hafifçe bırakır. O esnada görevli askerlerden bazıları: “Hanımefendi, o nedir?” diye sorduklarında, Makbule Hanım: “Dua yazılı kâğıt” yanıtını verir. Bu kez yetkililerden biri: “Ama Hanımefendi, böyle bir şey olamaz” diye itiraz ederken Makbule Hanım sert çıkışır: “O benim kardeşimdir. Kardeşim ise çok inançlı bir Müslümandı”.
Şimdi iyi anlaşılabildi mi bilmem ama Atatürk, iman ve İslam’ı aklıyla tartan entelektüel birikimin zirvesinde olsa da aynı zamanda saf bir inancın temsilcisi idi. Dünyada iken cenneti ideallerine yansıtmıştı. Cenneti dünyadaki yaşamında gösteren kişilerin ölümden sonra cehennemi yaşamayacaklarını bilmek için de ilahiyat uzmanı olmaya gerek yoktur sanırım.