Zanka

Ölümünün üzerinden elli yedi yıl geçmesine rağmen ismi ve fikirleri üzerindeki tartışmaların hiç dinmediği bir fenomendir Nâzım Hikmet Ran.

 

Nâzım, ne kadar anlatılsa da anlaşılabildiği kadar bilinebilecek büyük bir dâhi, felsefi ve mistik yönü ne kadar araştırılsa da kendine dair ipuçlarını verdiği kadar öğrenilebilecek engin ruhlu bir şairdir.

 

Onun felsefi duruşunu ve emekten yana, sömürüye muhalif komünist yönünü hemen herkes bilmektedir. O, toplumların ortak yüce değerlerle ve ortak üretime katkı sağlayarak eşit olacağına inanıyordu. Nâzım’ın komünizme akıl ve gönül bağını, sadece sloganlı ideologluk ile karıştırmamak ve onu dinden kaynaklanan naif tasavvufi öğretiden uzak zannetmemek gerekir.

 

Nâzım, eğer haksızlık ve adaletsizlik komünist cepheden gelse de itiraz edebilen, güzel mesajlar dinin ahlak disiplininden döküldüğünde de kompleks yapmayıp sahip çıkabilen ender karaktere sahipti.

 

Türkiye’den mecburen firar edip Moskova’ya vardığı gün verdiği demeçte: “Beni Stalin yarattı” ifadesini kullanan Nâzım, yıllar sonra Stalin’e kızgınlıkla: 

Yok oldu bir sabah

Yok oldu çizmesi meydanlardan

Gölgesi ağaçlarımızın üstünden

Çorbamızdan bıyığı

Odalarımızdan gözleri... 

mısralarını döktürmüş, en sert mesajı yine Stalin’e gönderebilmiştir.

 

Nâzım, felsefi tarafıyla öne çıkan bir kişi olduğu halde duygu dünyasında bir tasavvuf bağlısının (sufi) saf dokusunu taşıyordu.


Nâzım Hikmet’in yanında büyüdüğü dedesi Nâzım Paşa dindar bir adamdı ve Mevlevi tarikatına bağlıydı. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nâzım Hikmet de orada yaşıyordu. Paşa’nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesneviler okunur, tasavvufi sohbetler yapılırdı. Nâzım Hikmet de bu toplantılarda bulunur, gördükleri ve duydukları onu çok etkilerdi. Özellikle Mevlevihane’ye gidip Mevlevilerin zikirlerini seyretmeye bayılırdı. Başlarında uzun külahları, sırtlarında tennureleri ile semazenlerin dönüşleri gerçekten etkileyiciydi. Nâzım’ın bu ortamda Mevlevi tarikatından etkilenmemesi de mümkün değildi.

 

Onun Mevlevi ruhuyla yazdığı şiir bu etkiye en güzel örnektir:
Sararken alnımı yokluğun tacı
Silindi gönülden neşeyle acı
Kalbe muhabbette buldum ilacı
Ben de müridinim işte Mevlânâ

 

Edebe set çeken zulmeti deldim
Aşkı içten duydum, arşa yükseldim
Kalpten temizlendim, huzura geldim
Ben de müridinim işte Mevlânâ


Gerçi  ‘’Ben de müridinim’’ dediği Mevlana ile yıllar sonra manen kavga eder, çünkü o kendi tefekkürünü yaratan bir şahsiyetti ama kavgasını bile Mevlana’ya uygun cevap verme tarzıyla yapar. 1945 yılında Bursa Hapishanesi’nden Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bunu şöyle ifade eder: “Görüyorsunuz ya, polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlana’ya kadar götürmüşüm. ‘Sureti hemi zillest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır.

Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevap:
Bir gerçek âlemdi gördüğün, ey Celâleddin, heyula filan değil,
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı ve ressamı illet-i ula filan değil,
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi;
Sureti hemi zillest falan diye başlayan değil...’’

(Sureti hemi zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep) der.

 

İstanbul’un yabancılar tarafından işgal edildiği zorlu yıllarda, Beyoğlu’ndaki Ağa Camiinin harap ve perişan halini gören ve çok etkilenen 'Nazım Hikmet şu şiiri kaleme almıştı:

Havsalam almıyordu bu hazin hali önce
Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce

Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;
Allahımın ismini daha çok candan andım.

Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
Böyle sokaklarda ki, anası can verirken,

Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var...
Böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar,

En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini,
Üstünde orospular yükseltiyor sesini.

Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor,
Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor.

Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu,
Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu

Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen
Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen!

Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster
Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer

Bir gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla,
Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla!

 

Nazım Hikmet'in Romanya'da yaşadığı dönemde şoförü olan Mehmet adlı kişiyle yapılan görüşmeleri gösterenler, Nâzım’ın ölmeden önce dindar bir müslüman olduğunu ve dinine bağlı bir hayat yaşadığını dahi iddia etmektedirler. Romanya’da Kadir gecesi eşi Vera ile girdiği bir camide cemaate seslenerek: “Saygın cemaat, ben bir komünistim, ama böyle mübarek bir gecede sizleri derli toplu, cami gibi kutsal bir mekânda görmekten dolayı çok mutluyum, çok duygulandım!” dediğinden söz etmektedirler. Ayrıca Nazım’ı 1951 yılında bir motorla Karadeniz’den yurtdışına kaçıran yazar Refik Erduran’ın da; ”Nazım, ezan okunurken gözleri dolan adamdı”  dediği aktarılır.

 

Aslına bakarsanız tüm bu notları Nâzım Hikmet’in gerçekten de dindar bir Müslüman olduğu tezi gibi uçuk bir iddiayı desteklemek için yazmadım. Nâzım’ın dine ve dinden beslenen ahlak eğitimi olan tasavvufa, özellikle de Mevleviliğe saygısı vardı ama bu yönü daha çok kültürel aidiyetlik ve bu toprakların insanı olma psikolojisinden kaynaklandığı kesindi. Ancak şu da unutulmamalıdır ki Mevlevi olmak için bir kişinin mutlaka Müslüman olması, üstelik dindar olması da gerekmez.

 

Nâzım hem şahsına münhasır ahlaklı bir komünist hem manevi değerlerle bağını kopartmayan duygusal bir şahsiyet hem de ülkesine özlem dolu bir yurtseverdi.




Bu içeriğe emoji ile tepki ver