Zanka

Suriye konusu ağırlıklı toplanan Türkiye, Rusya ve İran üçlü zirvesinden sonra bir proje gündeme getiriliyor, adı TASAVVUFİ ORTADOĞU PROJESİ, yani kısaca TOP.

Projeyi ortaya atan kişinin, zirve kapanışında Kur’an’dan örnekleme yapan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin olduğu ileri sürülmekte.

Proje, tasavvuf geleneğine dayalı ve Ortadoğu ile Kuzey Afrika’yı içine alacak bir “Manevi İttifak” olarak özetlenmekte.

Anlayacağınız, siyasal İslamcılığa, Fethullahçı çeteye ve bağnaz cemaatlere ilham kaynağı pozisyonundaki “Yeşil Kuşak”, “Ilımlı İslam”, “Hoşgörü kültürü” ve nihayet “Büyük Ortadoğu Projesi BOP”  yerine; içinde türlü dinsel sorunlar barındıran ve tarikat kültürüne endeksli bir başka senaryo Tasavvufi Ortadoğu Projesi “TOP” yaşama geçirilmeye çalışılmakta.

Hatırlayanınız vardır, geçen aylarda “Diyanet İşleri Başkanlığına ait olduğu söylenen bir gizli Rapor” gündeme düşmüştü. Aydınlık Gazetesinin yazı dizisi halinde yayınladığı, aynı zamanda Oktay Yıldırım tarafından kitaplaştırılan rapora ben de göz gezdirmiştim. Rapordaki dilin bir ilahiyatçı akademik üslup olmadığını ilk bakışta anlamıştım. Raporda birbirine zıt ifadeler kullanılarak ya kafaların iğfal edilmesi amaçlanmıştı ya da ibarelerdeki paradoksal tutarsızlığın farkına varılamamıştı. Tarikat ve cemaatlerin kapital genişleme ve siyasete müdahil olmaya yönelebilecek sermaye ile tehlikeli boyutlarda büyüdüğüne, tarihte ve günümüzde emperyalist güçlere yardımcı olacak özellik arz ettiğine dair bazen açık ifadeler bazen imalar vardı, fakat raporun birçok yerinde bu dinci organizasyonların yüceltildiğini görebilmek de mümkündü. Sözgelimi: Tarikat/Cemaat yapıları Türkiye’de geleneksel İslam anlayışının yaşatıldığı en önemli çevreler oldukları için Bayındır’ın tarikatlara yönelik eleştirisi bir süre sonra tüm geleneksel anlayışlara yönelik bir eleştiriye dönüşmüştür” cümlesi İslamcı yapıların yüceltilmesine bir örnekti.

Rapordaki çelişkili ve tuhaf ifadeler bana bunun sadece Diyanet İşleri’nce değil kimi gizemli birimlerince hazırlandığı izlenimi vermişti. Bugün konuşulması ve tartışılması dahi yasak olması gereken tarikat ve cemaatlerin Diyanet İşleri Başkanlığınca düzenlendiği ileri sürülen raporda övülmesinin, din üzerinde operasyonlara destek çıkabilecek mahfillere cesaret metni olduğunu düşünmüştüm.

Ne söylemeye mi çalışıyorum?

Anlaşılan Türkiye’de, uluslararası boyutta ama daha ziyade İslam coğrafyasına yönelik bir büyük proje hazırlanıyor ve kamuoyuna bir rapor sızdırılarak subliminal de olsa, yani bilinçaltına hissettirmeksizin, zihin ve fikirler işgal edilerek İslam aleyhine yeni sinsi planlara yol açılıyor.

Üçlü zirve sonrasındaki TOP (Tasavvufi Ortadoğu Projesi) sayesinde Vahhabi Suudi Arabistan ile radikal İslamcı grupların izole edilip etkisizleştirileceği iddia edilmekte, Rusya’nın Çeçenlere karşı verdiği mücadelede de geleneksel İslam anlayışına dayalı, yani tasavvufa ağırlık veren stratejinin başarılı olduğu ileri sürülmektedir.

Yazılı basındaki ifadelere göre, raporda güçlü tasavvuf geleneğinin, Şii bölgeleri ve Vahhabiliğin hâkim olduğu yerler (Suudi Arabistan, BAE, Katar) dışında diğer İslam ülkelerinde (Mısır, Ürdün, Sudan, Libya, Cezayir, Fas, Afganistan, Pakistan vb) de var olduğu ifade edilmektedir. Mağrip’te de tasavvufun iki geleneksel kutbuna (Batı’da Marakeş ve Doğu’da Kahire) dikkat çekilmektedir. Mısır’da 20. yüzyılın başında yaşamış olan Abdülvâhid Yahyâ’nın (René Guénon) manevi mirasının bölgenin sömürgecilikten ve dayattığı Vahhabilikten kurtarılmasında rol oynayabileceğine işaret edilmektedir. Tasavvufun diğer bir merkezi ise, nükleer silahlara sahip olan Pakistan olarak görülmektedir. Pakistan’ın Afganistan’daki Amerikan ve İngiliz emperyalistleri tarafından dayatılan savaşa sıkışıp kaldığı ifade edilmekte, yeni Avrasya düzeninin stratejik Moskova-İslamabad ekseni ve bunu tamamlayacak olan Moskova-Ankara ile Moskova-Tahran eksenleri üzerinden Afgan çatışmasını çözebileceği öngörülmektedir. Raporu hazırlayanlar, tasavvuf felsefesinin canlanmasıyla Ortadoğu’daki Sünni (hem Arap hem de Arap olmayan) topluluklar arasında ortak bir payda yaratılabileceğini ve bunun Sünniler, Şiiler ve Hristiyanlar arasında karşılıklı anlayışa ulaşmak gibi bir dizi karmaşık Ortadoğu sorununu çözmenin anahtarı olabileceğini düşünmektedir. Bu sorunlar arasında Kürt ve Filistin sorunları, Amerikan saldırıları sonrasında fiili olarak bölünmüş devletlerin (Afganistan, Irak, Lübnan, Suriye, Libya) inşası gibi konular da sayılmaktadır. Rapora göre Mevlana, Bektaşi ve Yunus Emre geleneğinin canlandırılması Ankara’yı Sünni dünyasının gerçek lideri yapabilecektir.

Belki burada bana: “Sen bu üç isme ve onların görüşlerine, insanı çağıran barışçıl mesajlarına karşı mısın?” diye sorabilir.

Hemen yanıtlayayım: “Hayır”

Ama İslam sözcüğünün önüne ve ardına getirilen herhangi bir sözcük ya da sıfat, ne kadar hoş görünse de, yalın olarak kendini ifade etmesi gereken bir dinin üzerinde operasyon yapıldığı anlamına gelir, tıpkı “Kur’an İslam’ı”, “Gerçek İslam”, “Muhammedi İslam”, “Hoşgörü İslam’ı” veya “Ilımlı İslam” tabirlerinde olduğu gibi.

Kökleri dışarıda olan ve dine ihanet niteliği taşıyan bir proje önümüze sürülmeye çalışılmaktadır, sanki Vahhabiliğin ve diğer radikal dinciliğin panzehiri “Tasavvufi İslam” senaryosuymuşçasına.

Geçmişte cemaat ve tarikatların Türk kültüründe olumlu etkilerinin olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bilhassa Orta Asya’daki otantik Türk gelenek ve göreneklerinden miras aldığı öğretileri Anadolu’ya taşıyan Alperen ocaklarında var olan ve Emevi Arap anlayışına muhalif tasavvufi eğitim bizim hamurumuz olmuştur. Öyle ki Osmanlı devletinin kuruluşunda rol oynayan Şeyh Edebalı’nın yanı sıra Türk’ün Anadolu’ya ahlak öğretisini yerleştirmede manevi kutup yıldızlarımız olan Ahmet Yesevi, Hacı Bektaşı Veli, Tapduk Emre, Mevlana Celaleddin Rumi, Yunus Emre ile diğer gönül erleri ruh binamızın temel harcını teşkil etmiştir.

Ancak Osmanlının duraklama ve gerileme döneminden başlamak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar geçen süreçte, tekke ve zaviyelerden ahlâksızlık, kalitesizlik, din dışılık ve bilime ihanet hiç eksik olmamıştır. Tarikat yuvaları ecnebi ülkelerin ajanlarına sığınak olmuş, tarikat liderleri ise her türlü bozgunculuk ve vatan düşmanı mihraklara payanda pozisyonlarından uzak duramamıştır. Nihayet yüce Atatürk’ün bu fitne fesat yuvalarını kapatıp Tevhidi Tedrisatı egemen kılması sonucunda onurlu yurttaşlara yaraşır eğitim anlayışı yaygınlaşmıştır. Köy Enstitüleri ise dünya eğitim sistemlerine eşsiz örnek olmuştur.

Son zamanlarda durum oldukça vahimdir. Hain Şeyh Said’i yücelten, Seyyid Rıza eşkıyasına mazeretler uydurmaya çabalayan ve kutsal topraklardaki Türk’ü sırtından hançerleyen Şerif Hüseyin’e methiyeler düzen Said Nursi’nin öğretisinden ve onun TSK’ya darbe yapılması gerektiği direktifinden vazife çıkaran tek örgüt Fetö değildir. Nurculuğun ana omurgası Mustafa Kemal Atatürk’e din düşmanı, münafık, kâfir, mülhid, zındık, Deccal ve Süfyan hakaretlerinde bulunan ihanet anlayışına oturduğu gerçektir ama diğer tarikat ve cemaatler bu anlayıştan çok da ayrı düşmemektedir.

Tarikat ile cemaatler için; dinden kopuk olmalarından ötürü, mistik ve masalımsı anlatımlarıyla gerçeklere düşman konumlarından ve ahlâk kurallarına aykırı hareket ettiğinden dolayı karakter ve ruh hastalığıdır diyebiliriz. Beni ve Odatv’yi cihat yazımı bahane ederek ölümle tehdit eden ve Menzil tarikatıyla bağlantılı Hizbullah adlı terör örgütünün cesaretini nereden alıyor sorusu önemlidir ama bunların hangi hezeyanlı ruha sahip oldukları meselesini bilim insanlarına havaledir.

Kutsallık atfedilen ve hurafelerle baslenen sapkınlıklarla mücadelenin sonunda Atatürk’ün işaret ettiği “Medeniyet Tarikatı” üstün gelecek, bilim ve akıl, kişiliksiz ve niteliksiz aidiyetlere galip gelecektir. Kim ya da kimler tarafından hazırlandığı meçhul Diyanet’e ait rapor gibi, milletimize ne idüğü belirsiz proje ve senaryo düzen mihraklar da itibarsız hale getirilecektir. Bundan kuşku duymuyorum.

Fakat bizi şu anda ilgilendiren konu, slogana benzer söylemlerimiz değil laik devlet yapımıza aldırmaksızın ve çağdaş insanlık değerleri hesaba katılmaksızın hazırlanan yeni projelerle devletimizin, ulusumuzun ve İslam dininin tahrifata muhatap kılınması tehlikesidir.

Atatürk’ün başlattığı aydınlanmacı devrimler varken çağın tozlu ve kirli sayfalarında kalmış hastalıklı disiplinlere sarılmaya kalkmak neyin kafasıdır?

Bilimsel düşünce gibi değerli yönelim varken mistik hezeyana kaynaklık eden ve kendi müntesiplerini dahi rehabilite edemeyen ruhsal ve düşünsel ekollerden medet ummak hangi basit varsayımın ürünüdür?

Üstelik bu projenin, cemaat ve tarikat sapkınlıklara karşı olduğunu iddia eden kurum ve kuruluşlarca dillendirilmesi bana manidar geliyor.

“Fetö’ye karşı en etkin muhalif cepheyi biz açtık” diyenlerin bu yeni dönemde başka bir Fetö’ye evrilme ihtimali var mıdır, diye düşünmeden edemiyorum.

İzleyip göreceğiz ama kesin olan gerçek değişmeyecektir.

Yani BOP yerine bize yedirilmeye çalışılan TOP’u da asla kabul etmeyeceğiz.



Bu içeriğe emoji ile tepki ver
1