Esasında 15 Temmuz 2016’daki hain darbe girişiminin erken doğuma zorlanmış kontrollü bir darbe olduğu değerlendirmesini ilk kez Okan Müderrisoğlu’nun 1 Ağustos 2020 tarihli Sabah Gazetesi’ndeki köşesinde “MİT’i darbe teşebbüsünün öne alınmasını ve sekteye uğratılmasını sağlayan çabası ile birlikte değerlendirmek gerekiyor” dediği yazısından sonra yapmış değiliz.
Müderrisoğlu’nun yazdığını Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar da 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonuna verdiği yazılı yanıtta “Alınan tedbirlerle darbe öne çekildi ve akamete uğratıldı” diyerek ifade etmişti. Bu söylenenler ve yazılanlar da açıkça ortaya koymaktadır ki; bizim 28 Haziran 2017 tarihli köşe yazımızda yaptığımız değerlendirme doğrudur ve bugün bir defa daha teyit edilmiştir.
Yurtta Sulh Konseyi
Hiç şüphesiz ki; darbeyi yapanlar Gülen Cemaati mensuplarıydı ve karar Pensilvanya’da alındı. Daha doğru bir ifadeyle; böyle bir darbe kararının alınması ve ilerleyen zaman diliminde darbenin erkene çekilmesi manipüle edildi. Bu operasyonu Hulusi Akar ve Hakan Fidan beraberce planladılar ve yönettiler. Yani “Darbeyi eniştemden haber aldım” söylemi doğru değildi. Hâlbuki Hulusi Akar başta olmak üzere onlara düşen görev; darbe girişimini engellemekti. Zamanında yazdığım ve ekranlarda anlattığım için burada bir defa daha tekrar etmek istiyorum; ben Genelkurmay Başkanı olsaydım, bu darbe girişimi yapılamazdı ve kan dökülmezdi!
Akla gelen soru şu; kontrollü olarak gelişmesine izin verilen darbe kontrolden çıkabilir ve darbeciler açısından başarılı olabilir miydi? Gerçekte bu mümkün değildi! Başarılı olabilmesi için tek ihtimal Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e bağlı ana gövdenin darbeye destek vermesi durumunda söz konusu olabilirdi. Zaten darbeciler de bu durumu bildiğinden kendilerini “Yurtta Sulh Konseyi” olarak tanımlayıp Atatürkçü gibi göstermeye çalışarak bu desteği almaya gayret ettiler. Ama bu ümitsiz ve nafile bir girişimdi.
Her İki Tarafın da Atatürkçülere İhtiyacı Vardı
Her iki tarafın da TSK’nın içindeki ana gövde olan Atatürkçülere ihtiyacı vardı. Ama her iki taraf da başarılı olduktan sonra belli bir süre içinde Atatürkçüleri tasfiye etmeyi planlıyordu. Bu kapsamda 2019 ve 2020 Yüksek Askeri Şura’larında (YAŞ) bu tasfiye hızlanarak devam etmiş ve YAŞ, tamamen bir Parti Şurası haline gelmiştir. Amaç; bir süreç dâhilinde TSK’nın cumhuriyete, anayasaya, kurucu ideolojiye ve Atatürk’e bağlılık olarak özetlenebilecek genetik kodlarını değiştirmektir.
Darbeyi iktidar tarafından namütenahi olarak desteklenmiş ve büyütülmüş olan İmamın Ordusu yapmaya çalışmış, Kemal’in Ordusu ise engellemiştir. Bugün TSK içinde, hatta üst düzeyde Atatürkçülerin olması sizi yanıltmasın. Geçiş sürecinde onları kullanacak ve zamanı gelince tasfiye edecekler. Şimdi bu rotada ilerlenmektedir.
15 Temmuz Ayaklanması
Esasında 15 Temmuz bir darbe değil, bir tür gerici ayaklanmasıydı; aynen 31 Mart (13 Nisan 1909) gerici ayaklanması gibi. 31 Mart Ayaklanması da II.Meşrutiyete yani anayasal düzene, özgürlüklere ve kuvvetler ayrılığına karşı yapılmıştı ve zamanın tek adamı olan II.Abdülhamit’ten yanaydı. Tarihçilerin bir bölümü ayaklanmanın arkasında II.Abdülhamit’in olduğunu yazar, bir bölümü ise işine geldiği için sessiz kaldığını.
Darbenin erken doğuma zorlanarak, kontrollü olarak geliştirilme planından herkesin haberi yoktu. Sadece çelik çekirdek biliyordu. Örneğin; İçişleri Bakanı Efkan Ala bilmiyordu! Darbe gecesi endişeye kapıldı, şüpheli hareketler yaptı ve bu yüzden daha sonra istifası istendi!
Ayaklanmaya İhtiyaç Vardı!
Yukarıda ayrıntılarını anlatmaya çalıştığım plandan haberi olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Eğer bunlar Meclis Darbe Araştırma Komisyonunda hesap verebilseydi, her şey anlaşılacaktı. Ama komisyonun başkanına verilen misyon bu işin üstünü kapatmak ve bu kişileri ifadeye çağırmamaktı!
Başarılı olamayacak ayaklanmaya üç nedenle ihtiyaç vardı;
- Türk Silahlı Kuvvetleri, Yargı ve Polis başta olmak üzere devletin içinde yapılanmasına bizzat iktidar tarafından imkân sağlanmış olan cemaati temizlemek normal hukuk yöntemleri ile mümkün değildi. Bunu en iyi kendileri biliyordu.
- İktidar mensupları ile cemaat mensupları arasında dünya görüşü farkı yoktu. İhtiyaç duyulan en önemli fark; geçmişte ne yapıldığı değil, özellikle 17-25 Aralık 2013’den sonra iktidara biat edilip edilmediği idi! Ama bu ayrım hukuki değildi ve anormal bir düzene ihtiyaç vardı.
- İktidar hakkındaki iddialar korkunçtu: Yolsuzluktan kara para aklamaya, Birleşmiş Milletlerin yaptırımlarını delmekten, Suriye’den petrol ve tarihi eser kaçakçılığına ve “Radikal İslami” örgütlere desteğe kadar birçok iddia… Bunlar; iktidardan düşmek ve yargılanmak demekti! Bu yüzden iktidarı hiç vermeyecekleri, hatta ülkeyi tek adam rejimine zorlayabilecekleri bir gelişmeye ve bahaneye ihtiyaç vardı.
Allah’ın Lütfu Değildi!
Demem o ki; 15 Temmuz Darbe Girişimi veya daha doğru bir ifadeyle 15 Temmuz Ayaklanması halen ülkemizi yöneten iktidar iradesinin söylediği gibi “Allah’ın lütfu” değildi!
15 Temmuz sonrası yapılanlar demokrasi ve özgürlük mücadelesi değil, aynı dünya görüşünden başka bir darbenin vizyona konmasıydı. “Yenikapı Ruhu” denen ruh esasında tuz ruhuydu! Muhalefetin itibar etmemesi ve katılmaması için zamanında çok çağrıda bulunmuştum ama başaramamıştım. Yenikapı Ruhu denen bu tuz ruhu kusurlu da olsa mevcut olan demokrasimizi, özgürlüklerimizi, Cumhuriyetimizi ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde yapılan çağdaşlaşma devrimlerini eritmek ve yok etmek için kullanıldı ve kullanılmaya da devam ediyor!