Nokta ve virgülden başka noktalama işareti kullanmamasına rağmen ne demek istediğini oldukça başarılı bir şekilde anlatabilen Nobel Edebiyat ödülü sahibi Jose Saramago’nun Kabil isimli kitabı, Âdem ile Havva’nın cennetten kovulması olayıyla başlıyor.
Saramago’nun ‘’Efendi’’ diye hitap ettiği Tanrı, Âdem ile Havva’yı yasak elmayı yemeleri nedeniyle cennetten kovuyor. Çünkü bu elmayı yemeleriyle birlikte tıpkı Tanrı gibi iyiliği ve kötülüğü bilip öğreniyorlar. Yeryüzünün ağacı, bitkisi ve yiyeceği olmayan, tek tük dikenlerin yetiştiği kurak bir köşesine gönderiliyorlar. Cennete tekrar girmemeleri için de elinde ateşten kılıcıyla Azrail bekçilik yapıyor.
Âdem ile Havva ucu bucağı olmayan bu verimsiz, kurak yerde, haftalarca aç susuz yaşam mücadelesi veriyor. ‘’Havva eteğini düzeltip üzerine hafif bir post alarak’’ cennetin kapısında bekçilik yapan Azrail’e, son derece işveli bir şekilde, aynı zamanda kendinden emin ve kararlı bir hâl takınarak yiyecek istemeye gidiyor…
Hikâye böyle başlıyor. Eski Ahit’in anlattıklarını bir tiyatro sahnesi misali canlandırarak, özellikle olaylardaki mantık hatalarını okuyucuya göstermeye çalışıyor.
Saramago bu kitabında Lilith, Musa, İbrahim’in oğlunu kurban etmesi, Babil kulesinin yıkılması, Sodom ve Gomore şehirlerinin kükürt ve ateşle yok edilmesi, Yuşa ve Eriha şehrinin düşmesi, Eyüp’ün sınanmak için çektiği çileler ve Büyük Tufan’da geçen olaylarda, Tanrı’nın ihmali ve merhametsizliğini vurgulayıp iç içe geçtiğini düşündüğü Tanrı ve Şeytan kavramlarını sorguluyor.
Adaletsiz ve acımasız bir Tanrı’yı kabul etmek istemediği için bazı yerlerde ‘’Tanrılar’’ diyerek bizi tasarlayan Tanrı’dan daha öte bir Tanrı arayışına girdiği de oluyor. Kimi zaman kişi, nesne, uygulama gibi unsurların kendi tarih ve dönemlerine özgü bir şekilde anlatılmadığı, anokronik anlatımı seçmesi, mizahın yansıra acımasız bir küçümseyiş duygusu da veriyor.
Kitapta anlatılan her hikâyeye, zamanda yolculuk yapan, yazarın değimiyle ‘’Başka bir şimdiki zamana’’ giderek olayı görüp dâhil olan Kabil, Büyük Tufan’da Nuh’un gemisinin olduğu yere, çok büyük bir su kütlesi gelse bile geminin yüzemeyip batacağı meselesini Efendi ile karşılıklı tartışıyor. Efendi’ye bunun Arşimet prensibine aykırı olduğunu kanıtlamasının ardından, Tanrı, tufan koptuğunda geminin meleklerle denize taşınmasına karar veriyor.
Kabil’in Arşimet prensibini ortaya atması okuyucuyu güldürmekle birlikte, alaycı ve acımasız bir dille Tanrı’nın da çok basit zafiyetleri olabileceğine vurgu yapılıyor.
Kitap, kardeşi Habil’i öldüren tarihin ilk katili Kabil’in suçlu olup olmadığını irdeledikten sonra, aslında onun asıl kurban olduğunu anlatsa da bana göre Saramago’nun üzerinde durup düşündüğü konu ‘’Kötülük problemidir.’’
Hâlâ yazarları, felsefecileri ve ilahiyatçıları meşgul eden, binlerce yıl önce yaşamış Epikür’ün kötülük problemi, David Hume tarafından şu şekilde sunulmuş:
-Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor?
-Öyle ise o güçsüzdür.
-Yoksa gücü yetiyor da önlemek mi istemiyor?
-Öyle ise o iyi niyetli değildir.
-Hem güçlü hem iyi niyetli ise bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?
‘’Kabil’’ için ister büyülü gerçeklik tekniğiyle yazılmış, ister felsefi bir yaklaşımla varoluşu sorgulayan bir kitap, deyin… Saramago’nun içinden çıkamadığı konu kötülük problemidir.
Tanrı yarattığı dünyada ne kadar adildir? En önemlisi Saramago eğer Tanrı varsa niçin kötülüğü engellemiyor sorusuna yanıt arıyor. Çok fakir bir çocukluk geçiren, kış geldiğinde yün yorganlarını rehin verecek kadar yoksul bir ailede büyüyen Saramago’nun isyanı, Tanrı’nın neden insanın yanında olmadığı ve adil bir düzen kurmadığıyla ilgilidir. Ve bir başka isyanı ise Tanrı’nın insanı bir sürü kusurla donatıp dünyada bu kusurlarıyla yaşamaya mecbur bıraktıktan sonra, niçin hata yapmamasını beklediğidir. Tıpkı kardeş katili Kabil’de olduğu gibi.