İktidar İstanbul'a çukur kazıp üzerine köprü yapılması ile ilgili şeylerin konuşulmasını istemiyor. Daha doğrusu eleştirilmeyi ret ediyor.
İsteklerine karşı çıkılmasından ise hiç mi hiç hazzetmiyor. Bu yüzden köprü konusu olsun, Libya meselesi olsun, yerli araba olsun tüm yapılan ve yapılmaya çalışılan icraatlar için hepsi fevkaladedir, zaten Cumhurbaşkanımız iki cihan bir araya gelse yanlış yapmaz, en önemlisi ona yanlış yaptın diyenleri sevmez. Ve herkes bilir ki bu sevmeme hâli kuru kuruya bir sevmeme hâli değildir. Bu sebepten hindi gibi kabara kabara yerli ve milli sloganımızı atacağım “Almanya bizi kıskanıyor” diyeceğim, ardından size bir anımı yazacağım.
Kaç sene önceydi hatırlamıyorum. Sivas 4 Eylül Kitap Fuarı’na, Sivas'tan uzun yıllar önce ayrılmış önemli bir yazar gelecekti. Kim olduğunu söylemek istemiyorum. Bu yazarın Sivas'a gelmesi için ön ayak olan kişi beni aradı, “Çay içip sohbet edeceğiz, siz de gelin” dedi. “Adam ne de olsa Sivaslı hemşerimiz, gönlünü hoş edelim” dedi. “Peki” dedim. Yazar Şifaiye Medresesi'nde söyleşisini tamamladı. Ardından onu alıp Taşhan’a çay içmeye gittik. Bir yerel gazete sahibi, bir Fransızca öğretmeni, bir ebru sanatçısı, bir tiyatro yönetmeni, bir akademisyen yazar, bir de ben. Taşhan'a doğru ilerlerken Yazar’ın yanına yaklaşıp: “Son dönem epey konuşulup tartışılan büyülü gerçeklik ile ilgili ne düşünüyorsunuz?” dedim. “Ne mi düşünüyorum, ben o teknik ile yazıyorum?” dedi. “Peki, bilinç akışı?” dedim. “Öyle de yazıyorum” dedi. Verdiği bu cevaplar oldukça çocukça ve tuhaf geldi.
Hedefimize varıp çaylarımızı söyledik. Yazar hem yaşça bizden epey büyük hem de önemli biri ya süklüm püklüm oturup acaba ne anlatacak diye beklemeye koyulduk. Pek tabii uzun uzun kendinden, yazdıklarından bahsetti. İnsanların kıymet bilmediğini anlattı. Bu arada yirmi beş yaşlarında genç bir adam masamıza yaklaştı, öylece durup bize baktı. Yazar elini kaldırıp: “Ne var ne istiyorsun söyle?” dedi. Genç adam galiba Yazar’ı seven, ona değer veren bir okur. Yazar da ona gülümseyerek “Merhaba” diyecek, masaya davet edecek diye ummuştum.
Arkasında sakladığı kitabı çıkarıp son derece mahcup bir şekilde: “Bu kitabı ben yazdım, okumanızı çok isterim.” dedi, Yazar’a uzattı. Yazar elinin tersiyle git işareti yapıp: “İstemiyorum okumam” dedi. Genç adam bu cevabı beklemiyordu. Yedi-sekiz kafa birden ona doğru dönmüş tuhaf tuhaf bakarken, ha gayret son bir cesaret dercesine bir adım atıp yaklaştı, sesi titreyerek: “Ama ben bu kitabı size getirdim...” dedi, sözünü tamamlayamadan Yazar araya girip küçük bir çocuğu azarlar gibi “Ne yapacağım, okumam, götürüp bir köşeye atarım. Yazık değil mi?” dedi.
Bunlar öyle acımasız öyle kibir kokan öyle çirkin sözlerdi ki donduk kaldık ve Yazar dışında hepimiz çok utandık. O an hiç birimiz ağzımızı açıp tek kelime edemedik. Ne diyebilir, durumu nasıl düzeltir, genç adamın gönlünü nasıl alabilirdik? Kitabı Yazar’a getirmiş bize değil, “Ver, biz okur kitabın hakkında ne düşündüğümüzü söyleriz mi?” diyebilirdik. Yazar’a “Alsana kitabı mı?” diyebilirdik. Oysa genç adam zaten bunu defalarca tekrarladı, Tanrıların babası Nuh diyor peygamber demiyor. Meğer uzun uzun insanların kıymet bilmediğini anlatan Yazar, insan kıymeti bilmeme konusunda üstatmış.
Genç adam Yazar’ın sözlerinden sonra başını dimdik tutup öyle bakışlar fırlattı ki... Söylenmesi gereken her şeyi söyledi. O an insanın bakışlarıyla da gayet başarılı bir şekilde konuşabildiğini öğrendim. Malum bizde edebiyat güzel sözlerin, yüce duyguların, ulaşılmaz aşkların sanatıdır. Bu sanatı yapanları da yazdıkları gibi sanırız. Onlar dünya iyisi, asil, beyefendi, hanımefendi, kutsal duyguların sahibi ideal insandır. Aslında hiç de öyle değillerdir. Önemli bir kısmı nemrut, kibirli, davranış bozukluğu olan huysuz, nursuz insanlardır. Niçin kitabı alıp okumuyorsun, belki çok güzel şeyler yazdı belki kısa süre sonra sana, küçük dağları yaratan hazrete nal toplatacak. Bir kitap kolay mı yazılır? Tanrı insanlara kelimeler dağıttı da sana altın olanları, ona teneke olanlarını mı verdi? Önüne konulan çayı içiyorsun da sana uzatılan kitabı niçin almıyorsun!
Tüm bu olanları hatırlayıp sıraya sokup hikâye ederken o anları tekrar yaşadım. Bir kez daha küplere bindim. Sonuç olarak ne diyebilir yazıyı nasıl bitirebilirim? Hasbelkader katma değeri yüksek insanlar yetiştirebiliyoruz ama insani değerler konusunu çözemedik, karanlık bir muamma mı?