Boynu, tüm bedeni kanlar içinde kalmış kadın; vicdan sahiplerine, etrafına, semte, şehre, ülkeye, dünyaya “Ölmek istemiyorum!” diye bağırdı. Sesi kulakları, yürekleri parçalayarak patladı, dalga dalga yayılıp boşlukta yok olup gitti. O haykırmadan önce küçük kızı “Anne lütfen ölme!” demişti.
Ne yani, o kadıncağız ölmek istemiyorum dedikten sonra öylece öldü mü? Oysa biz yaşama bin bir anlam yüklerken ölüme, son vedaya, son nefese, gözlerin ışığı sönmeden önceki o son bakışa da içimizi rahatlatacak bir şeyler yüklemez miyiz?
-Ölürken hiç acı çekmedi. Küçük bir hıçkırıkla ruhunu teslim etti…
-Yurt dışındaki oğlu da gelmiş, yetişmiş, elini tutup “Anacığım” demiş…
-Uykusunda ölüvermiş, melek gibiymiş…
-Seneler vardır çekiyordu, yatak yarası fena şey, gitti kurtuldu, giderken de pek huzurluydu…
Demez miyiz?
Kan revan içinde “Ölmek istemiyorum!” diye haykıran bir kadının yarım yamalak, tamamlanmamış bir hayatı ve çocuğunu ardında bırakmasına isyan ettim. Yavrusunun “Ölme” demesinden sonra, gidip de onu mutsuz, yalnız, kimsesiz bırakmamak için haykırıyor, hayata tutunmaya çalışıyordu belki de… Kim bilir ana yüreği işte. Haberi okuyup videoyu izledikten sonra Emine Bulut’un ölümünü vicdanım kabul etmedi. Çocukça, safça bir ümitle tekrar haberleri taradım. “Kaldırıldığı hastanede tedavi altına alındı” cümlesini aradım. Öyle ya ayakta capcanlı ölmek istemiyorum diyen bir kadın ölmemeliydi. İnsan her şeyde mana arıyor. Emine Bulut’un saçma bir şekilde can vermesi aklıma hayalime sığmıyor.
Uzmanlar kadın cinayetleri hakkında yazsın çizsin, araştırma üzerine araştırma yapsınlar. Ben yaşadığım çevrede gördüklerimi yazacağım. Bir ailenin hem kız hem erkek çocuğu varsa evvela o erkeği bir köşeye ayırıp her fırsatta kız kardeşinden üstün ve özel olduğunu hissettiriyorlar. Sen diyorlar erkeksin. Ötekine de sen kızsın, erkek kardeşine hizmet etmekle yükümlüsün. Ona saygı göstermekle yükümlüsün. Onun arkasını toplamakla yükümlüsün. Önce o, sonra sen geleceksin. İkinci sınıf evlat olmakla yükümlüsün. Erkektir, sinirlenir, bağırır çağırır, çok şımarırsan ağabeyindir döver, sesini çıkarmamakla yükümlüsün. Beyzadenin yükümlülüğü nedir? Hiçbir şey.
Daha küçük bir çocukken kadının değersiz bir varlık olduğu, onunsa her şeye hakkı olduğunu öğretiyorlar. Büyüyüp yuva kurduğunda ne yapacaktı? Karısının bir değeri olduğunu, onun da kendi gibi hakkı hukuku olduğunu mu düşünecekti? Düşünmez, düşünmüyorlar... Hayır’ı kabul etmiyorlar. İstenmediklerini hazmedemiyorlar. Sokak ortasında öldürüp bir kenara atıyorlar. Dört duvar arasında dövüp, sövüp, işkence ediyorlar. Bu dünya erkeklerin hâkimiyeti üzerine kadınların sırtında kuruldu. Daha kaç yüzyıl bu yükü taşıyacağız?