Jack London'ın oldukça uzun, dört yüz seksen sayfalık Martin Eden ismindeki Künstlerromanı, yazarın hayatından kesitler sunması açısından oldukça önemli.
Çünkü romanın bu türünde yazar birebir olmasa da çoğunlukla kendinden bahsediyor, yaşamını anlatıyor, genel mizacı ve dünyaya bakışı hakkında önemli ipuçları veriyor. Yarı otobiyografi türündeki eserde Martin Eden aslında Jack London'un zorlu yazma serüvenini hikâye ediyor.
Roman görünürde tutkulu bir aşk hikâyesi üzerine kurgulanmış. İşçi sınıfından Martin Eden iri cüsseli, elini ayağını nereye koyacağını bilmeyen, tipik bir denizci gibi sağa sola yaylanarak yürüyen, kelimeleri yuvarlayarak konuşan, sokak kavgalarına karışmaktan çekinmeyen hatta çetesi olan bir kabadayı.
“Geniş alnına kıvırcık saçları düşmüş...” Cümlesini görür görmez Jack London'un fotoğraflarını bulup bakmak üzere bilgisayara davranıyorum. Evet, Jack London'un da geniş bir alnı, alnına düşmüş kıvırcık saçları var. Oldukça iri yarı olduğu da su götürmez. Yazar fiziksel olarak kendi tasvirini yapmış. Fakat gerçekte bir kabadayı olup olmadığı kuşkulu.
Belli ki biraz kendinden biraz da hayal gücünden alıp önüne yığmış. Bu yığından yarı hayali yarı kendi melez bir karakter yaratmış. Melez karakter; iyi eğitim almış, solgun yüzlü, ince yapılı, ilahi varlıklara benzeyen Ruth'a âşık oluyor. Görüntü ve ruh olarak birbirlerine zıtlar.
Ruth'un yaşadığı ev tipik bir burjuvanın evi gibi zenginlik, kültür, zarafet, seçkinlik, güç ve ihtişamın kalesi. Martin'i ilk olarak etkileyen şey de kendi sefil, cahil, kir ve pas içindeki işçi yaşamının aksine, zenginlik kültür ve medeniyetin simgesi bu ev oluyor.
Martin Ruth'a layık biri olabilmek için kendini baştan yaratırken ve Ruth da onu bir hayvan gibi eğitip kendine uygun bir insana dönüştürme işine gönüllü olurken, tipik bir zengin kız fakir oğlan hikâyesiyle karşı karşıya kalıyoruz.
Bu bilindik hikâyede alışık olmadığımız en önemli konular okuma öğrenme ve yazma sürecinin ayrıntılı şekilde kaleme alınması, edebiyat dergilerinin evrensel vurdumduymazlığı, iş bilmezliği, insanların okuma alışkanlıkları konusunda sürü davranışı sergilemesi, bir yazanın yazar olabilmek için karşılaştığı tüm zorluklar, hayal kırıklıkları ve uğradığı haksızlıklar.
Jack London hikâyenin sadece zengin kız fakir oğlan klişesi doğrultusunda ilerlememesi, toplumsal yanı olması için epey çabalamış. Romanda Martin Eden kendini yeni baştan yaratırken, ünlü bir yazara dönüşebilmek ve Ruth'a layık olmak için çabalarken, günler geceler boyu okuyor, çalışıyor, felsefeye ve özellikle biyolojiye merak sarıyor, vahşi bir hayvanın açlığıyla her şeyi öğrenmek istiyor, öğrendikleri ile ilgili de fikir yürüterek yazıyor.
Günde dört saat uykuyla idare ederek üniversite mezunu Ruth ile arasındaki farkı kapatmaya kararlı. Yazara göre Eden neredeyse kusursuz bir karakter ve neredeyse insana has kusurları dahi bulunmayan yüce bir varlık.
Çıktığı bu yolda bilgiye ulaşıyor hatta onu işleyip kendine fanatiği olduğu bir taraf bile belirliyor. 1800'lü yılların sonlarında yaşamış İngiliz filozof, sosyolog, biyolog, antropolog ve liberal siyaset kuramcısı Herbert Spencer'ı savunuyor, ona laf edene haddini bildirecek kadar Spencer bağnazlığına bürünüyor.
Tıpkı bir dönem Jack London'ın da Spencer hayranı olduğu gibi. Spencer’ın evrim teorisinin topluma yayılmasında büyük rolü olmuş. Ona göre doğal seçilim yoluyla başarısız olanların soyunun tükenmesi gibi insan toplumu da bir evrim sürecinden geçer. Bu süreçte devlet bireylere karışmamalı, insani amaçlarla da olsa kimsenin soyunun tükenmesi engellenmemeli, güçlü olan ayakta kalmalıdır. Vahşi kapitalizmi andırıyor öyle değil mi?
Burada Martin Eden için aynı zamanda Nietzsche devreye giriyor. Ruth'un temsil ettiği burjuvayı üstinsan olarak görüp bu insana hayranlık duyarken, mensubu olduğu işçi sınıfının “köle ahlâkı” sergilediği, yani merhamet gösterdiği, itaat ettiği, alçakgönüllü olduğu, korktuğu ve güçlü karşısında eziklik duyduğu için aşağı insanlar olarak görüyor. Hiç kuşkusuz Martin Eden işte bu köle ahlâkını reddediyor. Sosyalizmden tiksinirken liberalizmi, bireyselciliği, toplumdan önce kişinin yükselmesi gerektiğini ve özgürlüğü savunuyor.
Niçin bu kadar karışık terimi toplayıp hepsini birden önümüze serdin diyebilirsiniz. Sebebi şu: Zengin kız fakir oğlan aşkının kırılma noktası, Ruth'un evindeki bir davette gerçekleşiyor. Martin okuyup yazdıkça, kendini geliştirdikçe, geçmişte bilgi ve görgüsü karşısında ezildiği burjuva sınıfının aslında ne kadar aptal ve cahil olduğunun farkına varıyor.
Davetteki bir yargıçla Spencer hakkında tartışmaya giriyor. Yargıç ve Ruth'un babasının, Martin’in bir peygamber gibi gördüğü Spencer'a laf etmeleri ipleri koparıyor. Martin o an geçmişte Ruth'a değil de temsil ettiği burjuvaya âşık olduğunu anlıyor.
İşte bu noktadan sonra kavram karmaşası hat safhaya ulaşıyor. Jack London aslında bir sosyalist, Martin Eden ise kapitalist.
Yazar kapitalist Eden'e ideolojiler, filozoflar, sosyologlar, biyologlar yoluyla ders veriyor, onu bir çıkmaza sürüklüyor. Fakat bu dersi okuyucunun anlaması mümkün mü? Bu dersi, liberalizmi benimseyenlerin, işçi sınıfını hor görenlerin akıbeti trajik bir sondur şeklinde vermek ne kadar akıl kârı? Mesajın algılanması ihtimal dâhilinde mi?
İdeoloji gibi bir konunun klişe bir aşk hikâyesi üzerinden işlenmesi doğru mu emin değilim. Kitabın beş yüz sayfaya yaklaşmasının nedeni aynı anlama gelen tekrar eden cümlelerin çokluğu. Şüphesiz London'ın ifade yeteneği göz kamaştırıyor.
Ve son olarak Martin'in gerçek hayatı tüm çirkinlikleri ve hoyratlıklarıyla anlatmaya, yazmaya çalışması ile gerçek olamayacak kadar abartılı ve ilahi aşkı göze batıyor. Gerçek bir insan gerçek bir karakter böyle bir aşka düşebilir mi dedirtiyor.