Yeni bir roman yazmaya başlamadım. Şu günlerde Zanka Medya’daki yazılarımı kitaplaştırmak için çalışıyorum.
Zaten hazır olan yazıları derleyip toplamak, başına “okuyucuya not” şeklinde küçük bilgiler vermek çok zevkli ve açıkçası pek de yorucu değil. Bu yüzden en çok sevdiğim şeyi yapıyor, bol bol okuyorum. Üst üste fazlaca yabancı yazar okuduğumda iç dünyama, dilime ve kültürüme ihanet ediyormuş hissine kapılıyorum. Çeviriler ne kadar iyi olursa olsun, arka arkaya okuduğunuzda dilinizi bozuyor. Çevirmenler Türkçedeki imladan çok, çevirdikleri dilin imlasına hâkim. Bu yüzden Üstün Dökmen’in yeni çıkan “Palandöken” isimli kitabını okumaya karar veriyorum.
Kitabın üzerinde roman yazıyor. Bir roman kadar hacimli fakat roman mı şüpheliyim. Kitabın türü yanlış verilmiş. Dökmen 1900’lü yıllardan itibaren Erzurum kökenli ailenin göç hikâyesini, yaşam şeklini, dünyaya bakışını, evliliklerini, kayıplarını kaleme alıp ardından planlanmamış, düzene oturtulmamış son derece karışık şekilde daldan dala konarak kendi hikâyesine geçiyor. Hayır, biyografik roman özellikleri de göstermiyor. Kitap yarı yarıya biyografiyi andırıyor. Şarküteriye gidip Ergani peynir istiyorsunuz. Eve gelip paketi açtığınızda lor çıkıyor, işte o hesap. Eğer kitabı roman şeklinde duyurmak bir tanıtım taktiği ise yanıltıcı ve hoş olmayan bir taktik. Her türün okuru vardır. Kitap türleri arasında roman en üste yer almaz. Bana göre en üste yer alan, türü ne olursa olsun iyi yazılmış kitaplardır.
Üstün Dökmen kitabın başlarında ailesini köklerini yazarken, çocuklara anlatılan türde ve üslupta bir masal dili kullanmış. Son derece ağır olayları kulak tırmalayan, göz tırmalayan basitlikte anlatmış. Kitabın tamamında istikrarlı şekilde devam eden bir dil yok. Sürekli değişen, okumayı zorlaştıran, akıcılıktan uzak, bozuk hatalı cümleler var. Oysa ben neler hayal etmiş, çok fazla yabancı yazar okudum biraz da bizden ve dilimizden besleneyim, demiştim.
Zengin bir dille, hoş ve akıcı bir anlatım yakalamak için uyguladığımız şeylerden biri de yazdığımız uzun paragrafları hatta birkaç cümleyi bile bilgisayarda fare marifetiyle seçip ardından çok fazla tekrarlandığından şüphelendiğimiz fakat yazmaktan ve yazdığımızı okumaktan felç olmuş beynimiz sebebiyle, daha doğrusu yazar körlüğü yaşadığımız için fark edemediğimiz kelimeyi arama çubuğuna yazmak, misal kaç tane “hâl” kullanmışım diye aratmaktır. Tabii anlamı kuvvetlendirmek adına yapılmışsa başka, bunu ayrı tutuyorum. Sayın Dökmen’in böyle bir kaygısı olmamış. Bırakın tekrarlanan kelimeleri, tekrarlanan cümleleri ardı ardına koymuş. Tekrarlanan bilgi, tekrarlanan cümle, tekrarlanan kelimelerle okuma keyfini yok etmiş. Sayfa doldurma, ne olursa olsun kalın bir kitap meydana getirme amacı gütmüş.
Devrik cümleler kullanılarak şiirsel bir anlatım ve duygusallık yakalanmaya çalışılmış. Galiba Türk edebiyatının saplanıp kaldığı, bir türlü aşamadığı konulardan biri de bu. Yazar devrik cümle kurduğunda kendini edebiyat adına her şeyi başarmış, en edebî olmuş zannına kapılıyor. Okuru rahat bırakmıyor, ona, aptalmışçasına sürekli parmağıyla bir şeyler işaret ediyor. Devrik cümle de “Bana bak okur, beni gördüğünde hemen hislen, sen duyguların hakkında bir şey bilmezsin, ben bilirim, derhal gözlerin bulutlansın, olmadı uzaklara dalıp git. Bak hele, ne kadar dokunaklıyım.” diyor. Peki, artık bu ucuz ve kullanıla kullanıla paçavraya dönmüş numara okura tesir ediyor mu? Hiç sanmıyorum. En azından iyi okurlara tesir etmiyor.
Kitapta her ne kadar aile hikâyeleri yer alsa da aslında nasıl yaşamalıyız nasıl iyi insan oluruz neye ne tepki göstersek daha iyi, cehalet ne kadar kötüdürü anlatıyor ve Üstün Dökmen daha çok kendi psikolojisini analiz ediyor. Bir çeşit tavsiye kitabı da diyebiliriz. Verilen bir olaydan sonra kısadan hisse tarzında bizlere basit ahlaki bilgiler sunuyor. Otuz sekizinci sayfada şöyle bir cümle görüyor ve donup kalıyorum.
Geçmişten nemalanmak günleri, ülkeleri aşan bir beceridir. Dostoyevski “Ölü Canlar”ında bu tür maslahatı anlatmış bir yazardır.”
“Ölü Canlar”ı okudum, Nikolay Valsilievich Gogol’un. İyi kötü Dostoyevski’yi de bilirim. Yine de böyle bir bilgi hatası yapılmış olamaz deyip araştırdım. Tavsiye kitabı niteliği ağır basan “Palandöken”deki bu hata, okurda güvensizlik yaratıyor. Verilen diğer bilgiler, kitap ve yazar isimleri, tarihten kesitler acaba doğru mu kuşkusu uyandırıyor.
Yine anlatıma, söz dizimine geçmek istiyorum. Kitabın sonlarına doğru Üstün Dökmen’in masal tarzındaki anlatımı, yerini konuşma diline bırakıyor. Yani beyefendi televizyon programlarında ya da derslerinde konuştuğu gibi yazmaya başlıyor. Malum konuşma dilinde beden de devreye girer. Verdiğiniz mesaj anlaşılsın ya da ikna edici olsun diye göz teması kurar, elinizi kolunuzu sallar, bazen eğilir bazen başınızı uzatır bazen de dimdik durursunuz. Tekrarlar da elinizi güçlendirir. Mesela “Neden böyle söyledim?” der, göz teması kurarken başınızı uzatır, ellerinizi bir şey sunuyormuş gibi açar, tekrar, “Neden böyle söyledim?” dersiniz. Konuşma dilindeki tekrarlar göze batmaz. Oysa yazma dili başkadır. Karşınızda uzanıp dokunacağınız canlı insanlar yoktur. Göz teması kuramadığınız, göremediğiniz meçhul okur vardır. Okur, derdinizi konuşmada olduğu gibi değil, güçlü ve açık ifadelerle yazmanızı bekler.
Aile fertlerini okurken Salih’in trajik hikâyesi dikkatimi çekiyor. Küçük yaşta tifodan ölen bu çocuğun kutsanması, abartılı özellikleri hatta gerçek üstü yeteneklere sahip olduğunun yazılması, telepati yapabilmesi, sonraki sayfaları okuduktan sonra beni pek şaşırtmıyor. Meğer Üstün Dökmen de Salih gibi üstün bir zekaya sahip harika çocuk dedikleri türden biriymiş. Hatta ben de onun gibi telepati yapabilir, akıl okurum, diyor. Bu cümleleri okurken hayrete düşüyor, bir bilim insanının bilimsel gerçekliği kanıtlanmamış falcılık özelliklerine tenezzül etmesine üzülüyorum.
İğneden ipliğe aklına ne gelirse bir bütünlük olmaksızın, konudan konuya atlayarak yazan yazar, bunu aydın insan beyninin çalışma şekline, her olaydan bir sonuç çıkarma kabiliyetine bağlıyor. Üstün Dökmen her fırsatta kendini açıktan açığa övmeyi bir mahsur olarak ya da görgüye aykırı da görmüyor.
Bu kitapta güzel bir hikâye nasıl kötü yazılır onu gördüm. Bu kitapta başarılarla dolu bir yaşamı olmasına rağmen bir adamın nasıl kendini sevmediğini ve ne kadar güvensiz, kırılgan, takıntılı bir ruh olduğunu gördüm. En vahimi bu kitapta az gelişmiş ülkelerin aydınının da az gelişmiş olduğunu gördüm.