İnsan nüfusu kalabalıklaştıkça, kişi, sürü psikolojisine daha kolay dâhil oluyor. Çoğunluk nasıl yaşar, nasıl düşünür, nasıl giyinir, nasıl beslenirse o da bu büyük sele kapılıyor.
Gerçek dünya ile paralel şekilde seyreden sanal dünyada da hep benzer fotoğraflar, benzer davranışlar, benzer sözler görürüz. Milyonlarca kişi tek bir kişiymişçesine aynılaşır. Özellikle genç kuşak bu paralel dünyada ülkede herkes, herkes gibi yaşam sürüyor sanır. Sosyal medyada önüne sürülüp dayatılan, ustaca tasarlanmış rengârenk görsellere bakıp herkes cicili biçili son moda kıyafetlere sahip sanır. Herkes yaz tatilini sahilde geçirip çıplak ayaklarını fotoğraflıyor sanır. Tüm bunları yapamasa bile eşten, dosttan, arkadaştan geri kalmamak uğruna yapıyormuş gibi gözükmek için deliler gibi çaba sarf ediyor sanır.
Oysa Anadolu’da yaşam böyle sürmez. Anadolu kırsalında bambaşka bir dünya vardır. Kırsal; pırıltılı, zengin, eğlenceli olmadığı için ilgi çekmez. Ya da son dönem kent soylularının merak sardığı organik yaşamlardan esintiler içermediği için çekici gelmez. Malum gezen tavuklar, lavanta tarlaları, metropolün keşmekeşinden bıkıp plazalara sırt dönmek, ege köylerinde çiftçilik yapmak revaçta.
İşte bu yaşamın Anadolu modelini Kemal Sarıkartal'ın son kitabında görebilirsiniz. Kitabı okurken, bir trene binip en baştaki vagondan, en sondaki vagona doğru ağır ağır ilerler, gerçek bir zaman yolculuğuna şahitlik edersiniz.
“Anılarla Anadolu'da Yaşadım” gezi-anı türünde kaleme alınmış, akıcı ve saf bir Türkçe ile yazılmış. Yazarın kullandığı dildeki en önemli, en dikkat çeken şey, unutulmaya yüz tutmuş yerel deyimlerin, sıfatların, isimlerin zenginliği. Bu yönüyle kitap Anadolu kırsalının hafızası niteliğinde ve adeta bir arşiv.
Yazar kitap boyunca insana, doğaya dair müthiş gözlemini zevkli bir anlatımla dile getirirken, akıldan gözden kaçacak ayrıntıları da nakış gibi ince ince işlemiş. Bir kuru ekmek, bir paslı dam uğruna oradan oraya sürüklenen, tarlalarda mevsimlik işçilik yapan, yurt dışında çalışıp ailesine para gönderen insanların yaşamlarını, umutlarını, en önemlisi hayat boyu süren, bitmek bilmeyen mücadelelerini resmetmiş.
Her mecrada, her sosyal kanalda kutsallaştırılan zenginlikten, lüks yaşamlardan ya da bilakis ilgi çekmek, hayret uyandırmak uğruna abartılı trajedilerden ziyade, saf gerçeği olduğu gibi aktarmış. Ne eksiltmiş, ne de fazladan katmış.
Bu samimi kitabı okurken hemen benimsiyor, kendinizi kaptırıyor, aynı sayfada hem gözleriniz doluyor hem de katıla katıla gülüyorsunuz. Kitapta aynı zamanda ciddi düzeyde folklorik araştırmalar da yer alıyor.
Şair-yazarın “Dem ve Efkâr”, “Saklı Zamanlar” isimli şiir kitaplarıyla, öykü türünde “Yollar Karlıydı” ve deneme-araştırma türünde “Âşık Rıza, Hayatı, Şiirleri, Mizahları” isminde kitapları mevcut. Son kitabı Anılarla Anadolu’yu Yaşadım’ın okurunun bol olmasını diliyor, kitaptan vurucu bir kesiti alıntılamak istiyorum.
“…Biz de bu topraklarda sığır yaydık, sadrazam torunu değiliz ya, dedim... Biz sığır yaydığımızda anam tek ineğimizin yoğurtla karışık kaymağını dürüm yapıp elimize verir, gün doğarken yolcu ederdi. Bir ineğimiz vardı. Kışın ahır soğuktu, tek inek ahırı ısıtmıyordu; dana hastalandı. Sırtına çul sardık. Sobadan çıkardığımız közü yanına götürdük. Sabaha kadar bekledik, dana bizden kıymetliydi. Biz o zaman dört kardeştik, dana tekti. Biz ekmek tüketiyorduk, dana satıldığında para ediyordu.
…Hamam yoluna doğru ilerliyorum. Rahmetli Hüseyin Akyar (Mıcık) tütün sarar içerdi. Tiken döver, geven keser, demir bağlar, darı eker, arpa yolar, orak sallardı. Irgattı, demir yolunda ameliydi. Balyoz tutan avuçlarına bez sarardı, çorapsız gezerdi. Tabanları şişene kadar çalışırdı. Dağlarından yaylalarından hiç ayrılmadı. Ter saçtığı ekmek veren tarlasında traktörü ekmeğini elinden aldı. Fırtınalar görmüş deli gönlü bu fırtınayı atlatamadı. Çok sevdiği tren yoluna yakın tarlasında yanı yerde buldular. Acıları yazmak insana acı veriyor… Sırtında çocuğuyla ekin tarlalarına yürüyen anaların toz, toprak kalkardı yüzlerine, pıtrak dolardı ellerine, ayaklarına. Kara lastik, kara önlük, kara pantolon, dırıl tuman giydiğimizde kağnı arabasıyla hamama (çermik) giderdik. Ziyaret olarak kabul edilirdi. Hamam çıkışında Karanlık Köy ayrımında, kuşburnu ağacının gölgesindeki gözenin başına oturulur, yemekler yenilirdi. Kağnı arabalarının gıcırtısıyla yola devam edilirdi. Şair Cahit Külebi Sivas’ı nasıl anlatmıştı:
Sivas yollarında geceleri
Katar katar kağnılar gider
Tekerlekleri meşeden.
Ağız dil vermeyen köylüler
Odun mu, tuz mu, hasta mı götürürler?
Ağır ağır kağnılar gider
Sivas yollarında geceleri.
Ne yıldızlar kaynaşır gökyüzünde,
Ne sevdayla dolar taşar gönüller,
Bir rüzgâr eser ki, bıçak gibi
El ayak şişer.
Sivas yollarında geceleri
Ağır ağır kağnılar gider.
Kamyonlar gelir geçer, kamyonlar gider
Toz duman içinde
Şavkı vurur yollara
Arabalar dağılır, şoförler söğer
Sivas yollarında geceleri
Katar katar kağnılar gider. s.32-34”