Zanka

Kitabın ilk üç sayfası oldukça gösterişli hatta insanda daha önce okumadığım, duymadığım, görmediğim, kafamda kurmadığım; özgün, merak uyandıran, beni yaşadığım çirkin gerçeklikten, aklımı yitireceğimi sandığım bitip tükenmeyen günlük rutinden çekip alacak, başka diyarlara götürecek bir hikâye başlıyor hissi uyandırıyor fakat ne yazık ki üç sayfadan sonrası birbirine tıpatıp benzeyen hikâyeler silsilesi koca bir hayal kırıklığı.

Ne kadar uzun bir cümle kurmuşum. Oysa bitmeyecek gibi uzayıp giden, okurken insanın yüreğini daraltan tren vagonuvâri bu cümlelerle hep alay ederim. Bunu yapmanın marifet olmadığını söylerim. Marifet olmadığını, kalem tutan herkesin bunu yapabileceğini göstermek adına yazıya bu şekilde uzun bir cümle ile giriş yaptım. İşte Livaneli de gösteriş yapmak için kılıcını havada sallayıp duran, türlü artistik hareketler sergileyen şövalyeler misali daha çok edebi olayım endişesi ile upuzun cümleler kurmuş. Fakat edebiyatın olmazsa olmazı imlâ konusunu pek ciddiye almamış, virgül yerine geçen bağlaçlardan sonra virgül koymuş. Elbette benzetme sanatını ustaca kullanmış fakat duygusallık yakalamak adına kurduğu devrik cümleler göz yakıyor. Artık modası geçmiş, sosyal medyadan sonra yazarlığa heves etmiş amatör yazarların eline geçip paçavraya dönmüş bir tarz.

Yazar Türkiye gerçekliğini resmetmeye çalışsa da çoğu kez özgün bir kurgu üzerinden toplumsal eleştiriye girişmiyor. Parmak sallayıp halk bir şeyden anlamaz diyen standart bir köşe yazısı gibi direk Türk halkının ne kadar kaba ne kadar cahil ne kadar aşağılık ne kadar aptal olduğunu yazıyor. Okurun kendi kendine bir yargıya ulaşmasına izin vermiyor. Kitabın başından sonuna değin kucak dolusu yargı saçıp savuruyor. En vahimi de nedir biliyor musunuz, ırkçılığı eleştirirken ırkçılık yapması. Yazara göre Kürtler; namuslu, temiz, ahlaklı, dürüst, sevecen, şiddet yanlısı olmayan, halis muhlis melek neymiş dedirten insanlar. Türkler ise sahtekâr, namussuz, ahlaksız, saldırgan, insandan gayrı her şeye benzeyen aşağılıklar. Oysa insanı mensubu olduğu kimliklerden ayrı, sadece insana has özellikleriyle resmetmek çok daha etik ve naif bir anlatım olurdu.

Konstantiniyye Oteli'nin açılışında garsonluk yapan biri Kürt, diğeri İç Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş Sünni genç var. Bu gençlerden Kürt olanı tahmin edeceğiniz üzere kusursuz bir insan, Sünni Türk ise gelecekte kadınlara tecavüz edip öldürecek, et ve kanla beslenecek yırtıcı bir psikopat.

Yine bir roman kahramanı Kürtlerin ne kadar mağdur olduğunu göstermek üzere anılarını gazeteciye anlatıyor. Bir Kürt köyündeki öğretmen sınıfa İstiklal Marşı'nı öğretiyor. Çocuklar bu ne kadar çirkin bir türkü deyip marşı lorke türküsüne uyarlayarak, halay çekerek söylüyor, öğretmene çocukça bir saflıkla sürpriz yapıyorlar. Pek tabii öğretmen çok kızıyor ve İstiklâl Marşı'nı yasaklıyor. Ne hikmetse milletlerin marşı olur, bu da bizim, hepimizin marşıdır, türkü şeklinde söylenmez demiyor. Okula müfettiş geliyor, başkent, Cumhuriyet hepsini sular seller gibi öğrenip sorulara cevap veren çocuklar, yine İstiklal Marşı'nın marş olduğunu kavrayamamış, halay çekip türkü söyleyerek okuyorlar. Çocuklar dayak yiyor, öğretmen sürülüyor vesaire. Başbakan, cumhurbaşkanı, milletvekili, bakan, doktor, avukat, akademisyen olamayan; eğitim öğretim, sağlık ve adalet hizmeti alamayan mağdur Kürtlerin mağduriyetlerini dile getireyim derken, İstiklâl Marşı'nı halay çekerek söyleyen, hiçbir şeyi doğru düzgün kavrayamayan zekâ özürlü çocuklar resmettiğinin farkında mı? Hikâye buram buram istismar kokuyor.

Yazarın bu topa girmesi beni şaşırtmıyor. Belli ki benim Orhan Pamuk'tan neyim eksik deyip idealist bir eğilimi farklı bir şekilde ifade edenlere verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü arzulamakta ve bu amaçla Kürtlerin büyük bir baskı altında olduğunu, zulüm gördüğünü, neredeyse toplama kamplarında çile doldurup ölüm günlerini beklediğini resmederek,  idealist bir yazar olduğunu İsveç akademisine ilan etmekte. Bir yanda Jean Paul Sartre gibi gerçekten idealist bir adamın Nobel’i reddetmesi, bir yanda halkını cahillik ve köylü kurnazlığıyla itham eden bizim yazarların bu ödül uğruna giriştikleri köylü kurnazlığı… Elbette bir kez daha şaşırmıyorum.

Romanın kurgusu ve mantık hatalarına gelecek olursam, bir nehir gibi akıp giden, birbiriyle doğrudan ilişkili olaylar yerine, Konstantiniyye Oteli'nin açılışına gelen zengin konukların hayatları kısaca anlatılmış. Sağlam bir kurgu yok, kolaya kaçılıp kısa kısa hikâyeler otel vasıtasıyla üstünkörü birbirine bağlanmaya çalışılmış. Romanda pek çok karakterin kalp krizinden öldüğü göz önünde bulundurulunca, yazarın kalp sorunları yaşadığını ve bu sağlık probleminden oldukça etkilendiğini düşünmeden edemiyorum. Karakterler çok zenginler ve genellikle de çok cahiller. Bu zıtlık kullanılarak Kaynanalar dizisindeki tarzda olaylar resmedilmiş. Birbirine tıpatıp benzeyen bu hikâyeler bitip tükenmeyecek gibi ardı ardına sıralanmış. Renk versin diye psikolojik rahatsızlıkları olan iki gencin aşkı anlatılmış. Yazar;  mahcup, edepli, muhafazakâr doğu insanı olmamalı, kalemi Batılılar gibi özgürce kullanabilmeliyim endişesine kapılıp erkek cinsel organının ağzından hikâye anlatmış. İlginç bir havası yoktu, özgürlük ve özgünlük de hissetmedim. Zorlama bir usulde yapmacıklık sezdim.

Pek çok mantık hatasından sadece birini seçip mahkemede bir kadının çantasından tabanca çıkararak bir adamı şak diye vurması olayına değineceğim. Hikâyeye göre bu olay iki binli yıllarda gerçekleşiyor ve insanın aklından adliye kapısındaki güvenlik ne yapıyordu, iskambil kâğıdı oynayıp Instagram için canlı yayın mı çekiyorlardı da tabanca kadının çantasında içeri girebildi sorusu geçiyor.

Olmuyor, batılılaşmanın tek yolunu doğuyu aşağılamakta bulan, Nobel Edebiyat Ödülü için bölücülüğü özgürleşme diye sunan kompleksli yazarlar, Türk filmi tadında romanlar yazmaktan vazgeçemiyor. Modern edebiyata zerre kadar katkı sunamıyor.



Bu içeriğe emoji ile tepki ver