Zanka

Düşünecek o kadar çok şeyim var ki yolun nasıl bittiğini bile anlamadım. Sınıftakiler bana gözlerini dikip güya fısıldayarak: ‘’Bu var ya bu, ta şehirden kampüse yürüyerek geliyor. Dört kilometre yürüyor oğlum adam, inanabiliyor musun?’’ diyorlar. Benim okul yolunu yürüyerek kat etmemi dillendirenlerin hepsi Allahsız Kitapsız zengin pi..leri. Yokluk, parasızlık görmemişler ki nereden bilecekler.

Bugün kahvaltıda yine patates vardı. Bazen dört-beş gün üst üste üç öğün yediğimiz oluyor. Tabii bütün evlerde her Allah’ın günü patates pişmiyor. Parana göre yemek yapıyorlar. Durumu iyi olan çocuklarla, benim gibi beş parası olmayanları ayırıp farklı evlere yerleştiriyorlar. Mühendis bilmem kimin oğluyla, müftünün oğlu patates yiyecek değiller ya. Sabah sabah kokusuyla uyanınca içim kalktı, bir bardak su içip evden çıktım. Otobüse binmezsen onun parasıyla kantinden simitle çay alırsın oğlum Cevan, sık biraz dişini. Mis gibi çıtır çıtır simidin yanında demli bir bardak çay… O çay kokusu resmen burnumda şu an. Simidi daha fazla düşünüp de acı çekmeye lüzum yok.

Nasıl vuruyor ayağımı gâvur. ‘’Ne olursa olsun ne kadar yol yürürsen yürü spor ayakkabı yok’’ deyip kestirip attı ağabey. Yaz kış deri ayakkabıyla onca yolu o tepmiyor tabii ona ne. Açlıktan gözüm kararıyor. Gece uykumu almış olsam içi boşalmış ağaç gibi sallanıp durmazdım şimdi. Sabah namazından önce hep beraber teheccüd namazı kıldık. Topu topu üç-dört saat ya uyudum ya uyumadım. Yorgunluktan bıyığım bile terledi.

Bıyık dedim de kesmek hiç aklımın ucundan bile geçmedi. Okuldakiler ne kadar dalga geçip: ‘’Şunun badem bıyığına da bakın hele’’ deseler de erkekliğin simgesidir. Düzenli olarak makasla keser, üst dudak çizgimi kapatmamasına dikkat ederim. Erkekliği de geçtim,  benim kimlik kartım gibidir. Kim olduğum, nereye mensubum bilinsin. Hüviyetimden utanacak değilim ya. Yalnız şu kumaş pantolonla potin giyinmek şart olmasa ne iyi olurmuş.

Okula geldim gelmesine de şimdi kantin kum gibi insan kaynıyordur. İçeri nasıl girerim! Biliyorum, kantine adımımı atar atmaz herkes dönüp bana bakacak. Aman Yarabbi! Sanki gözleriyle dövüyorlar beni. Geçen bu durumumu ağabeye anlattım. Gülümseyerek: ‘’Kimse sana bakmıyor Cevan, müsterih ol, sana öyle geliyor. Hiç kafanı kaldırıp kontrol ettin mi ki bana bakıyorlar diyorsun. Ah senin şu halis muhlisliğin utangaçlığın keşke herkeste olsa fakat her şeyin bir kararı var. Bu kadar mahcubiyet de zarar. İnan bana kimse sana bakmıyor dedi’’ ama… İşte aması var. Elimde değil, o kadar insanın içine gireceğime yer yarılsa içine düşsem daha iyi. Hem badem gözlüm de oradadır. Tek başına bir köşeye oturmuş, giren çıkanları gözlüyordur. Üstüm başım dökülüyor. Biliyorum, açlıktan, yorgunluktan rengim de kaçmış hortlağa dönmüşümdür. Zil çalsın, kantin boşalsın öyle girerim.

Ah ulan! Ne kadersizmişim. Rehberlik hocası tutmuş, yanlış tercih yapmış, ne işim var benim felsefe bölümünde. Hocaların hepsi birbirine benziyor. İçlerinden bir tane bile normal insan çıkmaz mı? Biri: ‘’Evet, arkadaşlar hadi düşünelim bakalım, biz olmasak Tanrı olur muydu? Tanrı bizi niçin yaratmış olabilir? Kendi varlığını bize bildirmek için olabilir mi? Biz olmasak o da olmayacaktı öyle değil mi ya!’’ diye tutturuyor. O çıkıyor, arkasından giren cin çarpmış gibi gözlerini açarak bağıra çağıra: ‘’Tanrı bizi yarattı ve ardından kendini yok etti arkadaşlar!’’ diye tutturuyor. Tövbe estağfurullah, Allah’ım sen afet. Biliyorsun imanımı itikadımı. Onları dinlerken sinirden elimdeki risaleyi sıkarak Rabbimden sabır diliyorum. Nasıl bir yere düştüysem bizden bir Allah’ın kulu yok. Evin jurnalcisi İhsan’a bile razıyım.   Koca bölümde tek başıma kaldım. Milletin numunelik palyaçosuyum. Duruşumdan kıyafetime, bıyığımdan konuşmama kadar her şeyimle dalga geçiyor ceberutlar. ‘’Bu dönem sabret, yalnız kaldığının farkındayız, seni uygun bir üniversiteye yerleştireceğiz’’ diyor ağabey. Sonra da kaşlarını çatıp bıyığını sıvazlayarak: ‘’Yemek verip sohbet edeceğiz, kaç ay oldu sınıfından bir Allah’ın kulunu getiremedin. İnsanlara kendimizi anlatmamız lazım Cevan, biraz gayret et’’ diye tutturuyor.

Daha birinci sınıftayız ama sanki herkes doğuştan filozof. ‘’Neden’’ demeden, cümle kuramayan çakma Sokrateslere, ‘’Buyurun sizi bu akşam yemeğe davet ediyorum’’ desem, yemeğin tarifinden tutun, niye davet ettiğime kadar bin tane soru soracaklar. Ne diyeyim, ‘’Her gün koltuğumun altında gezdirdiğim gazete var ya işte onu yere serip ortasına tepsiyle etli, patlıcanlı pilav ile cacık koyup hep beraber kaşık sallayacağız. Pilavın ortasındaki maydanoz kimin önüne düşerse bulaşığı o yıkayacak. Sonra da hoca efendi hazretlerinin videosunu izleyeceğiz mi?’’ diyeyim.

Ders zili çalıp kantin boşalırken gördüm. Mini etek giymemiş diye seviniyordum ki bir de baktım, açık saçık bir bluz giymiş. Güvercin kanatları meydanda. Aman Yarabbi! Ha havalandı ha havalanacaklar. Güzel Ferişte yürüdükçe hop oturup hop kalkıyorlar. Üç kuruşluk çayla simit keyfim vardı o da kaçtı.

Yatsı namazını kılıp bitirdikten sonra seccadeyi toplarken aklıma düşüyor. ‘’Olmayacak bir hayalin peşinde koşup kendine eziyet ediyorsun, vazgeç şu işten’’ diyorum. Ümit tatlı şey. Yıllarca zindanda ömür çürütenlerin bile kalbine bir zerrecik düşse hastalanmamak, delirmemek, ölmemek için direnirler. O ümit ki karanlık zindanlarını aydınlatır. Benim ümidim bile kara. Acı vermekten başka bir hayrı yok bana. Sen sazsın, o gitar… Sen bulgursun, o pirinç… Sen kilimsin o halı… Seni arzun bile keyiflendiremiyor, biliyorsun değil mi? Umarın yok ki ümidin olsun. Ferişte gelip de ‘’Cevan, sana karşı neler neler hissediyorum, içimde nasıl fırtınalar kopuyor bir bilsen’’ diyecek hali yok ya.

Bir gün seccademi toplarken bunlar geçti kafamdan. Artık her yatsı namazından sonra bunları düşünüyorum. Her gün aynı vakitlerde aynı düşünceler kafamda dönüp duruyor. Mesela, otobüs sırasına girdiğim zaman, badem gözlümün bacakları aklıma geliyor. İnsan beyni ne tuhaf, bunu yeni fark ettim. Beni etkileyen olaylar ve düşünceler sürekli beynimi meşgul ediyor fakat alelade bir zamanda değil. Hepsini düşünüp hatırlayacağım ayrı mekânları ve zamanları var. Ümidimin bile bana ne kadar acı verdiğini namazdan sonra… Sınıftakileri nasıl yemeğe davet edeceğimi kantine girerken… Ferişte’nin niçin bu kadar açık saçık giyinip tek başına dolaştığını, çay içip simit yerken düşünüyorum. Evet, toplasanız aklımda fikrimde üç-beş şey var. Onlar da sadece mekâna ve zamana bağlı olarak zihnimde beliriyorlar.

Ferişte çok güzel bir kız. İsmiyle müsemma, adeta gökten inmiş bir melek. Tanımadığım, oturup beş dakika bile sohbet etmediğim bu kıza gerçekten âşık olmam mümkün mü? Belli ki güzelliği beni cezbediyor, belki de her gün lanet okuduğum açık saçık kıyafetleri ilgimi çekiyor. Hayır, onu bana bağlayan bir türlü çözemediğim tuhaf hali. Okul açıldığından beri gölgesi misali izliyorum. Bir erkeğin yakınında olmasına bile tahammül edemiyor. Yüzüne, iğrenç, bir şeyden tiksinmiş, kusmak üzere olan bir ifade yerleşiyor. Okulun bütün erkekleri güzel Ferişte’nin peşinde. En yakışıklısından en zenginine kadar… Hiç birine dönüp de bakmıyor. Sınıftaki kızlarla da pek arası yok. Benim gibi hep yalnız. Sadece cuma günleri kızıl saçlı, iri yarı bir kız fakültenin kapısında onu bekliyor. Badem gözlüm bu insan azmanı sevimsiz kızı görür görmez çocuk gibi seviniyor. Kol kola girip neşeyle bir şeyler anlatıp gülüşüyorlar. Açık saçık giyinse de onun asaleti, ciddiliği sınıftaki hiçbir kızda yok.

Kararımı verdim. Eve varınca iki rekât istihare namazı kılıp dua edeceğim. Kimseyle konuşmadan, kıbleye doğru dönüp sağ tarafıma yatarak: ‘’Allah’ım bu iş bana hem dünyada hem de ahirette hayırlı ise mübarek eyle’’ deyip sadece Ferişte’yi düşünerek uykuya dalacağım.

DEVAMI VAR...



Bu içeriğe emoji ile tepki ver