Pek beklemiyordum, aniden ölüverdim, gerçi genç sayılmazdım ama sağlığım yerindeydi, elim ayağım tutuyordu. Orası mı iyi burası mı deseniz size kesin bir cevap veremem. Yaşarken burayı, öldüğünüzde de orayı kontrol edemiyorsunuz. Küçük bir şehirde ortalama bir yaşam sürdüm. Her şeyim ortalamaydı. Ne çirkin ne yakışıklı, ne zengin ne fakir, ne cahil ne âlim ortalama bir adamla evlendim. Birbirlerine benzeyen iki çocuk doğurdum. İkisi de biraz beni biraz kocamı andırıyordu. Çocuklar yuvadan uçup kocam rahmetli olunca, ayıplar mısınız bilmiyorum ama hayatı keşfettim. Tatlı bir şeymiş. Önce yatak odama bir televizyon koydum. Yanımda homurdanan, horlayan biri olmadan doya doya dizilerimi izledim. Hatta bulup buluşturup daha önce gördüğüm bölümleri bile izledim. Öğlene kadar uyudum. Benim gibi kocası ölmüş, çocukları evden ayrılmış kadınlarla birlikte geziler tertip ettik. İlk olarak ilçeleri gezdik, sonra civar illeri. Tahmin edeceğiniz gibi bize şen dullar dediler, desinler, pek de aldırış etmedik. Belediyenin Hanımlar Kültür Merkezindeki yabancı dil kursuna yazıldım. Çok eğlenceliydi. Öğretmen Bey’e göre ezberim kötüymüş ama telaffuzumun üzerine yokmuş. O bitince diksiyon kursuna yazıldım. Bu kurs kendine güven ve iletişimi geliştirme konusunda birebirmiş. Öğrendiklerimi marketteki kasiyer genç kızın üzerinde uyguladım. Hoş, belli bir yaştan sonra dilin kaya gibi sertleşiyor, istediğin gibi dönmüyor ama kırıla döküle kibar kibar konuşmak çok hoşuma gitti. O da bir hevesti geldi geçti. İnsan okumak isteyip de okuyamayınca gözü sıralarda, sınıflarda kalıyor. Kızım çınlayan sesiyle ağzını ayıra ayıra, bilmiş bilmiş, anne, sen ilkokul mezunusun diksiyon kursunu ne yapacaksın, biçki nakış kursuna, Kur’an kursuna gitsene, dese de hiç umurumda olmadı. Hele bak, doğurduğum bana karışıyor, kocam mısın kaynanam mı, deyip kestirip attım. Bir yerlerde düşüp kalçanı kır da göreyim seni, dedi. Biz evvelden yemeğini yemeyen, yaramazlık yapan çocukları hohoçi, gulyabani gelip seni alır diye korkuturduk. Yaşlanmak maskaralıkmış, bir zaman sonra da onlar bizi düşüp kalçanı kırarsın diye korkutuyor. Yaşlanmak dediysem bakmayın, kocamamıştım daha. Aile hekimine kan verip tahlil yaptırmıştım. Doktor, aslan teyzem, maşallah kemik erimen yok, şekerin tansiyonun yok, sen var ya beni gömersin, istiyorsan kas gevşetici yazayım evde bulunsun, deyip hangır hangır gülerek sırtımı sıvazlamıştı. Evladım olsun, pek genç pek yakışıklı bir delikanlıydı fakat şimdikilerin hastalığı biraz fazla senli benli, pek sulu sepken dilli olmaları. Yani yaşım altmıştı ama gayet sağlıklıydım, hayat doluydum. Onca zaman çocuk büyüt, yemek yap, milletin arkasını topla, onun eksiğine, ötekinin derdine koş, berikinin kaprisini çek, eğlence niyetine de eltisini, kaynanasını, görümcesini çekiştiren kadınlarla oturup pasta börek ye derken yıllarımı heba etmişim. İstediklerimi yapmaya ancak sıra gelmişti. Oğlumun telefonda, anne, arıcılık kursunda ne işin var! Diye avaz avaz bağırıp beni azarlamasından iki saat sonra öldüm. İki dirhem bir çekirdek hazırlanmıştım. Akşamdan ütülediğim dekarımı giyindim, bonemi taktım. Uçuk pembe rujumu hafifçe yanaklarıma değdirip parmaklarımla dağıttım. Hep ton ton pamuk gibi kadın, ay ne şeker, deyip çocuk gibi sevmeye kalkıyorlardı. Demek ki tenim haddinden fazla beyaz, diye düşünüp yanaklarımı renklendirdim. Aynı ruju hafifçe dudaklarımda da gezdirip fazlalığını peçeteyle sildim. En sevdiğim siyah deri çantamı koluma takıp dışarı çıktım. Benimkilere, beni arabayla bırakın desem nemrutluk edecekler, zaten sabah erkenden arıcılık kursunda ne işin var diye azarımı işitmişim. Hiç çekemem, otobüse binip giderim, dedim. Son zamanlarda bir söylenti peyda olmuştu. Tam anlayamamıştım, ilçe gezilerinden arkadaşım Nebahat Hanım söylemişti. Çinliler yarasa mı ne yemişler, bir hastalık çıkmış, Amerika da hastalığı alıp geliştirmiş, herkese yaymak için çalışıyormuş. Bu illetten korunmak için bol bol el yıkamak gerekiyormuş. Markete uğrayıp ıslak mendil aldım. Diksiyon kursunda öğrendiklerimi uyguladığım kasiyer kız beni görür görmez oturduğu yerde fıkır fıkır kaynadı. Güya kibar kibar konuşmalarıma gülüp eğleniyor. İki günlük çocuk, bilmiyorsun ki ben de seninle eğleniyorum. İyi günler hanımefendi, lütfen bunu kasadan geçiriniz. Başka bir ricam yok. Bir de poşet almak istiyorum. Esenlikler, iyi günler diliyorum, deyip çıktım. Marketin otoparkında iki araba birden hızla bana doğru geldiler. Sonrasını hatırlamıyorum. Gözümü musalla taşında açtım. Kalabalıkta kaynımla komşusu aralarında konuşurlarken duydum. Park yerini kapmak için gözü dönmüş iki müptezel sağlı sollu boş alana aynı anda girmeye kalkışmış, ben de tam ortadaymışım. Bir değil iki araba birden vurmuş. Çok fena ezilmişim, oğlumla kızım beni son kez görmeye dayanamamış. İnsan bedeninden kurtulunca daha özgür oluyor. Cenaze namazımı kılıp ruhumun kabını gömdüler. Hah, her şey tastamam hiç bir eksik yok, deyip ben de onlar gibi bedenime veda ettim. Kızla oğlan ölü evini nerde açalım diye epey kafa yordular. Neyse ki istediğim gibi kendi evimi açtılar. Küçük şehir, herkes birbirini tanır bilir, duyan gelmiş ev kıyamet yeri gibi. Yine de ne çok sevenim varmış, deyip sevindim. Öğlene doğru etli pideler, dönerler, Sivas köfteleri, baklavalar, ayranlar sandık sandık mutfağa yığılınca işin rengi değişmeye başladı. Yeğenlerim kan ter içinde taziyeye gelenlere köfte, pide, ayran, çay yetiştirmeye çalışıyorlar. Kalabalık yığın odalar arasında ağır ağır ilerliyor. Kızım salondan yeğenime sesleniyor, bilmem ne hanıma ayran vermemişsiniz, diyor. Yeğenimin yorgunluktan beti benzi atmış, yine de yılmıyor, kırk yıllık usta garsonlar gibi ne olur ne olmaz diye arka cebine plastik çatal bıçak koyup ayranı kaptığı gibi koşuyor. Beni çok severdi, arada bir-iki dakika boşluk olursa aile büyüklerinin yanına oturup yanakları al al, hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Teyzeciğimi acımasızca ezmişler, geçen yaz birlikte pikniğe gitmiştik, bana çiçeklerden taç yapmıştı, ne kadar tatlı bir insandı, diyor. Tatlı getir! Diye sesleniyorlar. Burnunu çekip yanaklarını omuzlarına silerek servise devam ediyor. Belli ki sesiz sakin bir ortamda beni anmak istiyor. Fakat ne mümkün, bedava yemek dağıtıldığını duyan gelmiş. Evdeki uğultu büyüdükçe büyüyor. Ve ikinci gün helva yapıyorlar. Daha da kalabalık, insanlar birbirini ite ite ilerliyor. Helvanın kavrulduğu haberiyle kadınlarda bir dalgalanma oluyor. Anlam veremediğim bir biçimde hepsinde tatlı bir telaş ve heyecan hissediyorum. Sürekli mutfağa girip çıkıyor, helva kavruldu mu, diye soruyorlar. Nihayet pişiyor ve servise başlıyorlar. İnsanlar helvayı ne kadar çok seviyormuş. Gerçi ölmeden önce ben de çok severdim ama şimdi sinir bozucu geliyor. Tabağını alan bir köşeye sinip unla şeker topağını kendinden geçe geçe ağzına tıkıştırıyor. Ah ah! Ben de ne çok sevenim varmış sanmıştım. Yaşam ayrı dert ölüm ayrı dert. Kepazelik bitti mi sanki bir de bunun sosyal medyası var. Nebahat Hanım söylemişti, gel sana da hesap açalım, cumaları, kandil geceleri dua paylaş, demişti. Onun hesabı varmış, şöyle bir bakmıştım, kimi yediğini içtiğini, kimi entarisini, kimi gittiği yerlerin fotoğrafını çekmiş. Şimdi bunları benden başka herkes de görüyor mu, demiştim. Tabii ki görüyor, gaye el âleme ilan etmek zaten, demişti. A ne ayıp, deyince de sen anlamazsın, deyip konuyu kapatmıştı. Oğlum, kızım, yeğenlerim; bir arkadaşımın diksiyon kursunda çektiği fotoğrafımı sosyal medya hesaplarına koyup üzerine de acımız büyük yazmışlar. Bana sordular mı? Ölüye saygısızlık değil mi? İnsan fotoğraflarının üzerinde tasarruf sahibi olamayınca, hak hukuk talep edemeyince ölüp gitmiş olsa bile inciniyor. Böyle parmaklarıyla ekranı kaydırıyorlar ya alt alta fotoğraflar sıralanıyor. Dudaklarını uzatmış donlu sutyenli bir kadın fotoğrafı, altında mutfakta harikalar yaratırım yazan Sivas Kebabı fotoğrafı, altında üç al iki öde yazan kolonya fotoğrafı, altında benim fotoğrafım, hem de acımız büyük yazmışlar. Acınız büyük olsa bunlarla uğraşacak moraliniz, enerjiniz, isteğiniz olur muydu? Acınız büyük olsa benim fotoğrafımı koyup reklam afişi gibi ilan eder miydiniz? Altına başınız sağ olsun yazmışlar. Sanki ölümüm oyunmuş gibi. Sosyal medyada milleti birkaç dakikalığına oyaladım. Acımız büyük ile başınız sağ olsun yazınca herkesin görevi bitti. Acaba günün birinde beni insana yakışır şekilde hatırlayıp yâd ederler mi?