Zanka

“Kasaba”yı yazarken ben bir roman yazıyorum diye kimselere söylemedim. O benim en tatlı sırrım, sığınağım, insanın gırtlağını mengeneyle sıkan rutin yaşamdan, kirli siyaseti paslı paragraflara döktüğüm hırçın köşe yazılarımdan kaçışımdı.

Başına oturmadan önce de öyle haydi haydi hazırlıklara girişmezdim. Kimi zaman gürültünün kalabalığın ortasında, kimi zaman ıssız bir köşe bulduğumda iki beden büyük, sünmüş, eskimiş, yırtılmış haki tişörtümü giyip gözlerim ışıldayarak kelimeleri ardı ardına sıralayıverirdim.

Kaleme aldığım hikâye öylesine bana aitti ki kuraldan, yasaktan, güya toplumsal ahlaktan tüm ıvır zıvırdan uzak şekilde canım ne istiyorsa onu yazardım. Ağaçlar rengârenk yapraklı olur, denizkızları şehir meydanındaki havuzda güneşlenir, mevsimler dünyanın hiçbir yerindeki mevsimlere benzemez, duvarların ardı gözükür, kasaba halkı da bu müstesna evrende müstesna bir karakter çizerdi.

Görünürde masal diyarı olsa da özünde bizi yazar, bizim insanımızı boyardım. Basılıp basılmayacağını hiç düşünmezdim, sadece yazar kendimce eğlenirdim.

O yıllarda yaşlı bir yazar, haydi bana bir öykü yaz, sende bir ışık var bunu görebiliyorum, dedi. Ona ben zaten bir roman yazıyorum diyemedim. Çünkü haddim değilmiş gibi geliyordu. Öte yandan öykü konusu  beni düşündürmüştü. Her ne kadar romanı gizliden gizliye yazsam da uzun mesafe koşucusu olduğumu biliyordum ve benden kısa mesafe koşucusu olur mu emin değildim.

Yine de isteğini yerine getirdim. Yedi gün içinde arka arkaya dört öykü yazdım. Bunlardan ikisini edebiyat dergilerine gönderdim. Amacım yazıp yazamadığımı anlamaktı. İkisi de edebiyat dergilerinde yayımladı. Bu pek beklemediğim bir şeydi. Böylece yazabildiğimi, öykülerin öyküye benzediğini anlamış oldum. Diğer iki öyküyü hiçbir yere göndermedim. Tabiri caizse hepsini çekmeceye atıp unuttum.

Aradan yıllar geçti. “Kasaba”yı üç senede tamamladım, ardından yine hiç beklemediğim bir şey oldu. Basılıp okurun beğenisine sunuldu. Sonra bir lokomotif misali durup dinlenmeden iki roman daha yazdım. Onlar da okurla buluştu. Hatta biri Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteğini aldı.

Her şeyim ters, her şeyim olağan dışı seyretti. Hâlbuki kişi romana hazırlık olsun diye önce öykü yazar, sonra daha büyüğüne, daha zoruna, daha sabır ve güç isteyenine geçer. Ben önce romana başladım, sonra öyküye.

Ve bugünlerde bilgisayarın başına geçip yazıp bir köşeye fırlattığım dosyaları buldum. Gözlerim dolarak, tarif edemediğim bir ruh hâliyle tozlanmış öyküleri açıp baktım. Aradan yıllar geçmiş, ne anlattıklarını, nasıl başlayıp nasıl bittiklerini bile unutmuşum.

Geçen onca süre zarfında sanıyordum ki daha çok okuyup daha çok gezdikçe, daha çok yazdıkça ve yaş aldıkça her sene kendimi geliştirdim. Kelime hazinem, iç dünyam, hayal gücüm her sene zenginleşti, tekniğim gelişti. Öyle değilmiş, ben hiç ama hiç değişmemişim.

Yeni kitaba koymak üzere yedi yıl önce yazdığım “Çirkin Adam” isimli öyküyü korka korka açtım. Ayarsız'da yayımlanmıştı. Yazdığım ikinci öyküydü. Bugünlerde yazdıklarımdan aşağı kalmaz, üste bile çıkar. Yarı uykulu, yarı sarhoş, düşlerde gezinen bir anlatım var.

Bir yandan hep aynı kalmışım diye hayal kırıklığı yaşarken, bir yandan da ne güzel öykü diye sevindim. Hepsini derleyip topladım. Üzerine “Makam, Kestane'nin Düşü ve Ölümüm Oyunmuş Gibi” isimli üç öykü daha yazdım.

Sevgili Zanka Okuru, hem son kitabım hem de ilk öykü kitabım Kestane’nin Düşü Sonçağ Yayınları’ndan çıkıp okurun beğenisine sunuldu. Sizlere de haber vermek istedim.



Bu içeriğe emoji ile tepki ver