Edebiyat deyince bir olayın, durumun, hissiyatın olabildiğince süslü kelimelerle anlatılması geliyor aklıma. Anlatılan şey ne kadar yavan olursa olsun, yeteri kadar süslemişseniz son derece edebi olursunuz. Hele yazınıza tat versin diye avuç dolusu tuz eker gibi Arapça ve Farsça kelimeler de serpiştirirseniz edebiyatın kendisi olursunuz.
İngilizce tabelalara kızarken edebiyat eserlerindeki Arapça ve Farsça kelimelere karşı gelmek de neyin nesi! Hiç ses etmeyin, oturun oturduğunuz yerde. Çünkü onlar edebiyatta kullanılıyorlar, yabancı dil sayılmazlar. Entel dantel edebiyat düşkünleri bile bu yazıları okurken pek anlamasalar da bol bol kullanmalı. Güzel duruyor yazıda, ulaşılmaz, mükemmel bir hava katıyor.
Edebiyat ve sıkça kullandığı dil hakkında bunları düşünen birinin, kendini ve yazdıklarını edebiyata ait hissetmesi komik olurdu. Evet, yazdığım her ne varsa sanırım edebi değil. Şahsım da öyle. Edebiyat incelik ve yüksek duygular gerektirir. Oysa ben oldukça avamım. Ya da açıkça söylemem gerekirse kırmızı, mavi ve yeşilin yanında siyah; siyah, kahverengi ve lacivertin yanında beyazım. Hiçbir yere ait değilim. Bilir misiniz, bu tabiat insanın yüreğinde ne fırtınalar koparır? Nasıl öksüz ve köksüz hissedersiniz kendinizi…
Bu kadar edebi yazı taklidi yaptıktan sonra, artık edebiyat dergilerinin sadece kullandıkları dili değil, zihniyetlerini, işledikleri konuları da irdelemek istiyorum. Parmaklarını sallayıp tepenizden bakarlar, fikir yazısı niyetine her şeyi olur olmaz hatta mantık çerçevesinden uzaklaşarak eleştirirler fakat hiçbir zaman dönüp de kendilerine bakmazlar. Malum özeleştiri yapmak belli bir olgunluk gerektirir. Ben onların yapmaya göze alamadığı şeyi bu yazıda dile getirerek dışardan nasıl göründüklerini anlatacağım.
Çoğu edebiyat dergisinin kemik bir kadrosu vardır. Bu, adı üzerinde kemik kadro sabit olduğu için dergi ikinci, üçüncü sayısından itibaren kendini tekrara gider. Zamanla konu sıkıntısına düşen ekip, lokanta menüsünden tutun, aklınıza gelebilecek her türlü eften püften konuyla ilgili yazı yazmaya başlar. Yazılar öyle bir hâl alır ki mesela: sevgiliye mektupla başlar, akademik bir dille, birbiriyle bağlantısı olmayan, doğru düzgün açıklanamamış İlk Çağ filozoflarının felsefeleriyle biter.
Dergi baştan sona okunduğunda okuyucu için yazılmamış hissi verir, sanki amaç yazarların birbirine nispet etmesidir. “Bak, ben bu konuyu da biliyorum… Bak, benim cümlem ne kadar uzun, üstelik senden daha çok Arapça ve Farsça kelime kullandım...”
Çıkardıkları onca tantanaya bakıp da sanmayın ki kullandıkları araç olan dilin, direksiyonu vazifesini gören imlâ kurallarını eksiksiz ve kuralına uygun kullansınlar. Hayır, henüz noktalama işaretlerini doğru kullanan dergiye rastlamadım. Bu da dergilerin yazarlarından tutun, editörlerine kadar hiçbirinin imlâ kuralı bilmediği anlamına gelir. Şaşırmayın, bizde böyle.
Türkçe öyle hoş bir dildir ki kelimenin sonundaki kimi ekler ve bağlaçlar, siz metni okurken otomatik olarak anlık duraklamalar verdirir, virgül vazifesi görür. İşte bu zatlar bu eklerden ve bağlaçlardan habersiz, sağa sola kontrolsüz şekilde ateş eden şehir eşkıyaları misali olur olmadık yere virgül koyarlar.
En çok sevip katlettiği işaret noktalı virgüldür. Kuralına uygun olmayan şekilde yazıda ziynet eşyası gibi süs yerine kullanılır.
Dergide onca sıkıcı, sıradan konuyu işleyip yazlıkçı leylekler misali laklak ettikten sonra, devrik cümlelerle ucuz bir duygusallık yakalayıp kimse bizi anlamaz, ne kadar da yalnızız ve de hep bunalımdayız mesajı verildikten sonra, bu yazıları kamufle etmek üzere, bakın biz aslında eğlenceli bir dergiyiz, alın bizi ne olur! Demek için birkaç da lanlı lunlu, laubali bir dille ne anlattığı belli olmayan, güya komik yazı konulur. Oldu mu size mis gibi edebiyat dergisi.
Bu sarmal zihniyeti bir türlü aşamamaları, edebiyatımızın niçin geride kaldığının da kanıtı değil midir? Kendi dilinden utanan, yeniliklere kapalı, imlâdan habersiz…
Latin ve batı edebiyatı noktasız virgülsüz romanlar yazıp bilincinize bile etki ederken bizdeki durum bu. Okumak kolay bir eylem değildir, iyi okur olmak demek, önüne geleni okumak demek hiç değildir. Seçici olun, okuduklarınız hem dilinizi geliştirsin hem ufkunuzu açsın.